“İlk defa İsveç’te bir kızla çıktık. Muhabbet ediyoruz, kız sevdiğim filmleri soruyor, okuduğum kitapları soruyor, gezdiğim ülkeleri soruyor. Ama işimi sormuyor. Ben alışmışım Türklere, adın nedirden sonra ikinci soru işin nedir? Yok abi döndük dolaştık sevdiğimiz yemeklere falan geldik hala sen ne iş yaparsın demiyor kız bir türlü. En son ben sordum, dedim ki ya her şeyi sordun da, sen ne iş yaparsın diye sormadın. Dedi ki kız, ne iş yaptığını sorarsam dolaylı olarak sosyal statünü, kaç para kazandığını da sormuş olurum. Ayıptır. Ben paranı, statünü merak ettiğim için değil seni merak ettiğim için buradayım. O gün anladım ki bizde kast sistemi var. Atasözümüz var davul bile dengi dengine diye. Meğerse her davul denkmiş. Başka gün yüksek mühendis bir amcayla tanıştım. Ne projeler yapmış. Tüneller, köprüler, havaalanları vs… Senin yaşında oğlum var dedi. O da mühendis mi dedim. Hayır işçi, duvar ustası dedi. Dedim o nasıl oldu, mühendisin oğlu işçi olur mu? Bizde olsa babam döve döve okutur mühendis yapar. Adam kızdı. Niye öyle diyorsun benim oğlum çok iyi bir duvar ustasıdır. Zorla kötü mühendis olacağına, iyi bir duvar ustası olmasının ne kötülüğü var dedi. Adam gurur duyuyor oğluyla. Utandım. Utandım çünkü biz toplum olarak buyuz. Böyle yetiştik, yetiştirildik. Bizde kast sistemi var. Mühendisin oğlu gerekirse zorla kötü bir mühendis yapılır,
Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir.
Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir. Selçuklular döneminde Anadolu da çokça yaptırılan açık avlulu ve kapalı hol sistemi planı çerçevesinde kale görünümündeki bu büyük kolsal yapılar, özellikle sultan ve vezirlerin talimatları ile önemli yol güzergâhları üzerine inşa edilmişlerdir. Iğdır Kervansarayı ise tali bir yol üzerinde inşa edilmiş plan olarak diğerlerinden avlusu olması ile ayrılmıştır.13 y.y.sonunda yapılan Kervansaray Elazığ Çemişgezek yakınında aynı yüz yılsonlarında kaldığı tahmin edilen İbrahim Şah hanının planına benzemektedir. Avlusu kapalı hol sistemi planı ile yapılmıştır.
Telefon ahizesini uzatan otel resepsiyonunda görevli adamın yüzüne doğru dürüst bakamaz bile.. İstanbul’dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını. Otele borcu birikmişti. Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını.. Mefkure Hanım’dır arayan.. “Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın.” Ulus’taki “Genç Palas” otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir. Ankara’ya Devlet Tiyatrosu’na girmek için gelmişti. Küçük Tiyatro’da oynanan “Tufan” adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye.. Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı. Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için. Devlet Tiyatrosu’na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı. Salondaki Muhsin Ertuğrul’un gözü kendisinde olacaktı!.. Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı. O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi.. Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul’un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda. Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu. “Chopin” ile vedalaşma vakti gelmişti.. Başka çaresi yoktu. Samanpazarı’ndaki bit pazarına gidecek ve “Chopin” adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı. Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı’na nasıl gidileceğini sorar. “Hayrola, bir şey mi satacaksın?” sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir. Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını. Genç adam, “Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk,” derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından. Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : “Ben buna 30 lira vereyim.” Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür. Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne’nin. Mefkure Hanım’a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay’a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden. Sanki Ankara’nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi. Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam. O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu’na kabul edilir. Cevat Başkut’un yazdığı “Kleopatra’nın Mezarı’nda” oyununda bir rol verilir kendisine.. Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır. Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece.. Devlet Tiyatrosu’na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de.. Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından.. Eyvah ki ne eyvah! Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur. Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!.. Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu’nun koridorlarında duyulur. Şikayet üstüne şikayet.. Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder.. Pide de tazeciktir.. Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir.. Şikayetler Muhsin Ertuğrul’un kulağına kadar gitmiştir!.. Erol Günaydın anısına saygıyla SUNAY AKIN.
Janis Joplin ve Leonard Cohen. Biri kısacık hayatına heybetli bir blues geçmişi sığdırmış bir rock ‘n roll efsanesi; biri ise mistik ruhuyla unutulmayacak dizelere imza atan bir beat kuşağı ozanı. Peki acaba hayat bu çok özel iki insanı nasıl bir araya getirdi dersiniz? İşte kısacık bir hikayenin, yalnız ve hüzünlü kahramanlarının şiir gibi tanışma hikayesi.
Yalnızlık paylaşılmaz.
Takvimler 1960’ların sonunu gösterirken, başta Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde hippiler ve beatnikler resmen altın çağını yaşıyorlardı. Yüz binlerin doldurduğu sınır tanımayan festivaller, dev rock ‘n roll şovları; uyuşturucular ve mülkiyeti reddeden aktivist ruhlu gençler bu dönemin sıradan figürleri haline gelmişti.
Janis Joplin
Siyahi olmamasına rağmen, benzersiz gırtlağıyla o zamana dek siyahilerin tekelinde olanı blues janrında ezber bozan Janis Joplin işte tam da bu dönemde gerçek bir idol olarak kabul ediliyordu. Janis’in içinde yer aldığı festivaller dolup taşıyor, birçok gazeteci röportaj koparmak için peşinden koşuyor ve yüz binlere seslendiği konserler müzik eleştirmenlerinin sayfalarca methiye düzmesine neden oluyordu. Ancak böyle bir şaşaayı yaşamasına rağmen Janis iliklerine kadar yalnızdı ve deyim yerindeyse kimsesiz hissediyordu. Hatta bir konserinde yalnızlığını şu cümleyle binlerle paylaşmıştı: “Her gece en az 70 bin kişiyle birlikte oluyorum ama her gece yalnız uyuyorum”
Leonard Cohen
Janis bunları yaşarken, Leonard Cohen evreninde de durumlar çok farklı değildi. Aslında yazdıkları yayınlanmış bir yazar olan Leonard Cohen, 32 yaşından sonra müzik piyasasına girmeye niyet ettiğinde çağın mottosu “30 yaşın üstündeki kimseye güvenme” idi. O dönem birçok yapımcı ve müzisyenle görüşen Cohen için hayatındaki yalnızlık artık kariyerinin de bir parçası olmuştu. Şahane bir söz yazarı olmasına rağmen Bob Dylan’ın olduğu bir folk müzik piyasasında tutunamayacağına kesin gözüyle bakılan Cohen o yıllarda sadece şarkılarına sarılıyor ve sadık dinleyici kitlesini emin adımlarla kalabalıklaştırıyordu.
“Renkli rüyalar oteli”
Chelsea Hotel… O yıllarda New York şehrinin bohemleri için bir yuva gibi olan bu otel tam olarak “Duvarların dili olsa da anlatsa” diye tarif edilecek bir oteldi. 70 odası otel müdavimleri için sürekli rezerve tutulan bu otelin konukları arasında kimler yoktu ki? Andy Warhol, Edie Sedwick, Jim Morrison, Patti Smith, Jimi Hendrix, Joni Mitchell, Frank Zappa ve Arthur Miller bu otelde bir dönem yaşamış beat kuşağı efsanelerinden sadece birkaçıydı.
Bir bohem mabedi olan Chelsea Hotel’in bir diğer sakini ise Leonard Cohen’di. Özellikle şiirleri ve öyküleri üzerinde çalışırken kendini otel odasına kapatan Cohen için Chelsea Hotel hem bir sığınak hem de bir laboratuar gibiydi.
Leonard Cohen’in kaleme aldığı I’m Your Man kitabında geçen “Bu oteli sabaha karşı 03:00 saatlerinde çok seviyorum. Çünkü burası öyle bir yer ki o saatte kapıdan içeriye bir fahişe ile bir maymun kol kola girse bile kimse bunu iplemez” cümleleri ise Chelsea Hotel’in nasıl bir özgürlük alanı olduğunu açıkça dile getirmişti.
Saat gecenin 3’ü…
Leonard Cohen’in Chelsea Hotel’de en sevdiği saat olan sabaha karşı 03:00, tuhaf biçimde yüzyılın en iyi karşılaşmalarından birine de sahne olmuştu. Ruhunu tazelemek ve etrafı gözlemlemek için kısa bir gece yürüyüşüne çıkan Cohen, otele döndüğünde asansörde genç bir kadınla karşılaşmıştı. Vahşi saçları ve farklı kıyafetleriyle bu genç kadın Janis Joplin’den başkası değildi!
Leonard Cohen, Janis Joplin’in yeteneğine ve ruhuna düpedüz hayrandı ve onunla iletişim kurmak için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Janis’e dönüp “Kimi arıyorsun?” diye sorduğunda “Kris Kristofferson’u arıyorum” cevabını alan Cohen, sohbetin bir asansörün 1 metrekarelik alanında kalmasını istemiyordu. Janis’le asansörden inince ayrılmamak için esprili bir şekilde kendisinin Kris Kristofferson olduğunu söyleyen Cohen, böylece amacına ulaşmış ve genç blues yıldızını güldürmeyi başarmıştı. Rivayete göre sadece o geceyi değil, o yıl boyunca birkaç geceyi Chelsea Hotel’in 2 numaralı odasında geçiren ikili için bu yakınlaşma hiçbir zaman bir “ilişki” olmamıştı. Çünkü bambaşka evrenlerde yaşayan bu iki yalnız ruh bu gizli buluşmalarda aslında birbirlerine sığınıyorlardı.
Chelsea Hotel No:2
Bu gizemli tanışmadan sadece 2 yıl sonra, blues’un genç efsanesi Janis Joplin bu dünyadan göçüp gitmişti. İşte o günlerden birinde, salaş bir restoranda yalnız oturan Leonard Cohen’in buruşuk bir peçetenin üzerine karaladığı sözler ise Cohen’in en ikonik şarkılarından Chelsea Hotel No:2’nin ta kendisiydi!
“I remember you well in the Chelsea Hotel
You were famous, your heart was a legend
You told me again you preferred handsome men
But for me you would make an exception
And clenching your fist for the ones like us
Who are oppressed by the figures of beauty
You fixed yourself, you said, “Well never mind,
We are ugly but we have the music”
İşte bu tanışma, Chelsea Hotel No:2 gibi hikayeli bir şarkıyı bizlere armağan etmişti.
Tarihin en romantik sahtekârlık hikayesi…. Anastasya.
Anastasya’’ olayı, tarihin belki de en romantik sahtekârlığıydı…
Son Rus Çarı Nikola’nın kızı Anastasya olduğunu ve 1917 devrimi sırasında idamdan kurtulduğunu iddia eden genç bir kadın dünya gündemini yıllarca meşgul etmişti. Çar ailesinin paylaşılamayan kemikleri üzerinde yapılan DNA testi, Anastasya olayının sadece tatlı bir yalan olduğunu ortaya çıkardı…
Tarihin en tatlı, en romantik ve en çok ses getiren sahtekârlığı geçen haftalarda noktalandı: Dünyayı tam 75 yıl boyunca meşgul eden ‘‘Anastasya’’ olayının düzmece olduğu ortaya çıktı ve zihinlerde 75 yıldan beri varolan bütün sorular cevabını buldu…
Rusya’nın son Çar’ı İkinci Nikola’nın dört kızının en küçüğüydü… 1901’in 5 Haziran’ında doğdu, 16 yaşına geldiğinde Rus ihtilâli patladı… Babası Nikola tahttan feragat ettti, Çar’la beraber ailesi ve Anastasya da gözaltına alındı. Sibirya’nın batısına, Tobolsk’a gönderildiler. Aile oradan Ural dağlarının eteklerindeki Yekaterinburg’a nakledildi ve İpatyef adındaki bir mühendisin evine yerleştirildi…
Beklenen son, 1918’in 16 Temmuz’unda geldi: Çar ailesi, monarşi yanlılarının karşı darbesinden korkan Ural Sovyeti’nin emriyle o gece evin bodrumunda yaylım ateşine tutuldu… ‘‘Anastasya, babası Çar İkinci Nikola, annesi, üç kız ve bir erkek kardeşiyle maiyetlerinde bulunanlar orada can verdiler…
Genç prensesin çilesi daha bitmemişti… Cesetler bir çukura kondu, tanınmamaları için el bombalarıyla parçalandı, sonra kilometrelerce öteye taşındı, kısmen yakıldıktan sonra üzerlerine sülfürik asit döküldü ve 1,5 metre derinliğinde bir çukura toplu halde gömüldüler…
Derken aradan seneler geçti ve Avrupa’da peşpeşe Anastasyalar ortaya çıkmaya başladı… Söyledikleri hep aynıydı: Çar Nikola’nın kızıydılar ve Yekaterinburg katliamından kurtulmayı başarmışlardı…
Bol miktardaki Anastasyalar’dan sadece birinin yıldızı parladı: 1923’te, Berlin’de ortaya çıkanın… Bir köprüden atlayıp intihara teşebbüs etmek üzereyken kurtarılmıştı. Hafızasını kaybettiğini söylüyordu ve Anastasya olduğundan başka birşey hatırlamıyordu. Zamanla Romanoflar’ın, yani Rus hanedanının Avrupa’da yaşayan bazı mensuplarını ikna etmeyi başardı ve hatta onlardan biriyle, Prens Eric’le kısa bir aşk bile yaşadı… Ama hanedanın reisi Büyük Dük Kirill, Anastasya’nın gerçek olduğuna hiçbir zaman inanmadı ve birbirlerine karşı açtıkları dava tam 31 yıl sürdü. Mahkeme, ‘‘Prenses Anastasya’nın ölüp ölmediği konusu kuşkuludur’’ şeklinde tartışalı bir kararla nihayete erdi…
Genç kadın sonra Birleşik Amerika’ya yerleşti ve Anna Anderson adını aldı. Öyküsü zamanla filimlere ve kitaplara konu oldu. İlk Anastasya filmi 1956’da çevrildi. Başrolde İngrid Bergman vardı. Sonra Amy Irwing bir TV dizisi yaptı. konu beyazperdeye geçen yıl iki defa aktarıldı. Filimlerin ilkinde Anastasya’yı Meg Ryan oynuyordu; öbürü ise bir çizgi filimdi ve şimdilerde İstanbul’da hâlâ sinemalarda…
Anna Anderson 1982’de 81 yaşındayken hayata veda etti; sırlarını da beraberine götürdü… Daha doğrusu, ‘‘kendisiyle beraber götürdüğü’’ zannedildi… Çar ailesinin Yekaterinburg’da ortaya çıkartılan mezarlarındaki kemiklere yapılan DNA testlerinin sonucu geçen haftalarda alınıncaya kadar…
Bazı kemiklerin Anastasya’ya ait olduğu mezarların ortaya çıkarılmasından buyana iddia ediliyordu ve testler iddiayı doğruladı… Anastasya, tam adıyla ‘‘Büyük Düşes Anastasia Nikolayevna Romanof’’ katliamdan kurtulamamış, annesiyle, babasıyla ve kardeşleriyle beraber can vermişti…
Sonraki senelerde ortaya çıkan Anastasyalar’ın tamamı düzmeceydi… Kaynak: Hürriyet Murat Bardakçı
Sümer ve Akkad ; Dünya’ya Bakışı Yazan: Seher Bilhan Sürme
Sümerler MÖ 4000’li yıllarda kent devletleri kurmaya başladılar; fakat MÖ 2900’lü yıllarda tam bir devlet ortaya çıkarabildiler. MÖ 3200’lü yıllarda resim özellikli kayıtlar tutmaya başladılar ; resim yazısı, zaman içinde çivi yazısına dönüştü. İlk araba tekerleğini, sabanı, çömlekçi çarkını, yelkenli tekneyi… icad eden bu uygarlık dini inançları ve gelenekleriyle ondan sonra gelen tüm uygarlıkları etkilemiştir.
Sümerler bölgesel etkinliğini ticaret yaparak genişletmişti. MÖ 2350 civarında bölgeye gelen Sami ; Akkadlar bölgeye yeni bir görüş getirdi. Bu görüş ; ticaret yapma yerine çok savaşarak ganimet elde etmek ve bilinen dünyaya hükmetmek. Bu sebeple Akkad kralları çok iddialı ünvanlar kullandı. Kabartmalarda kendilerini tanrılara özgü resmettirdi.
Akkadlar ayrıca ‘önceki yıl gerçekleşen mühim bir olayın adının, bir sonraki yıla verilmesi’ yöntemiyle mantıklı bir tarihleme sistemi geliştirdiler. #kültür #tarih #Akkad #SeherBilhanSürme #MezopotamyaUygarlığı
Bir Akdeniz efsanesidir. İki versiyonu bulunmaktadır. Hazırlayan: Seher Bilhan Sürme
Suriye Kralı Theias veya Kıbrıs Kralı Kinyras’ın Myrrha veya Smyrna adında bir kızı vardır. Afrodit’in lanetine uğrayan bu güzel kız; babasına aşık olmuş ve onunla birlikte olmak için her şeyi yapmış. Dadısının ve bir düzeneğin yardımı ile babasıyla beraber olmayı başarmış. 12 gece birlikte olmuşlar. Kız; son gece hamile kalmış. O gece; babası yanında yatanın, kızı olduğunu fark etmiş. Bu korkunç günahtan kurtulmak için; kılıcını alarak kızına doğru yürümüş. Ama tanrılar Myrrha’ya acımış ve O’nu Mersin Ağacı’na çevirmişler. On ay sonra bu ağacın kabuğu çatlamış ve içinden çok güzel bir çocuk çıkmış.
Bu çocuğa aşık olan Afrodit; O’nu büyütmesi için Yeraltı Tanrıçası Persephone ‘e götürmüş. Persephone de çocuğa aşık olunca; O’nu Afrodit’e geri vermek istememiş. Sorunu Zeus’a götürmüşler. Zeus; Adonis’in 4 ay Persephone, 4 ay Afrodit ve 4 ay da istediği yerde kalmasına karar vermiş. Adonis; yılın 8 ayında Afrodit’in yanında kalmak istemiş. Adonis’in Afrodit’e olan aşkını kıskanan Ares veya Artemis; Adonis’in üzerine bir yaban domuzu yollamış. Kasığından yaralanan Adonis; kanaya kanaya can vermiş. Toprağı sulayan kanından; şu an Manisa Lalesi olarak bildiğimiz çiçek bitmiş. Sevgilisinin yardımına koşan Afrodit’in ayağına diken batmış. Sıyrılan yerden akan kan; tanrıçasın çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya boyamış.
Ares ve Afrodit
Kışın yeraltına saklanan, baharla yeryüzünü cennete çeviren bitki varlığının simgesi olan Adonis’e; özellikle Suriye’de kadınlar tapardı. Yılda bir yapılan festivalde; saksılara tohumlar ekilir, sıcak suyla sulanan bitkiler hemen açar ama hemen solardı. Adonis Bahçeleri denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutardı. ”O ton Odonin” , ”Vah Adonis!” diye dövünürlerdi.
Adonis efsanesi Sümer ve Hitit kaynaklarından gelmektedir. Adonis; İbranice ‘efendi’ anlamına gelen Tammuz (Türkçe Temmuz) adının Yunanlaştırılmış şeklidir. Bazı uzmanlar da Hitit metinlerindeki Telepinu efsanesi ile bağ kurmuştur. En ünlü Temmuz – Dumuzi efsanesi ise Sümerler’den gelmektedir. #mitoloji #DünyaTarihiveMitolojisi #Akdeniz #Suriye #mit #aşk #Adonis #Afrodit #Persephone
Bu meslek tenevvuundan elde ettiğimiz manzara Fratlılarda esasen daha evvel mevcut olan bu meslek lerde genişlemiş ve bu kadroya mânevi sanatlara ait meslekler Sumerler tarafından ilâve edilmiştir. Her ne kadar onların seviyesine erişememekle beraber tam teşkilâtlandırılmiş olan bu şehirlerden komşu memleketler hiç şüphesiz birçok şeyler öğrenmişlerdir. Yine hiç şüphesiz ki, Sümer şehirlerinin birçok teknikleri şarka ve garba doğru yayılmıştır. Burada, ince un öğütme san’atını, hayvanları besiye çekme san’atını, ıtriyatçılığı, işlemeli kumaş dokumacılığını, mühür kazıcılığı, muahhar zamanlarda tekâmül etmiş olan mozayıkcılığı ve emayciliği saymakla iktifa edelim. Sumerlerin küçük sanatlarda ne kadar mütekâve eşya listelerinde sayılan binlerce isimlerden 4 27 şudur: Protokadrosu şehirtuğlalarla yapı mil olduklarını âlet öğreniyoruz. Sırf Mezopotamya’ya mahsus olarak tanınan pişmiş yapma tekniği filvaki Sumerler zamanında bilinmiyordu. Bu devirde Indus sahasında bir nevi pişmiş tuğlalarla koca şehirler yapıldığı halde Sumerlerin bunu bilmemesinin sebebini, herhalde tuğlaları pişirmek için lâzım olan yakacak maddelerin Mezopotamya’da eksik oluşuna ihtimal verebiliriz. Halbuki daha Kas’lar devrinde, tahminen 1500 den itibaren, tuğlayı pişirme usûlü Babil ilinden diğer memleketlere sayılmıştır. Bu sân’atın Mezopotamya’da Greklere kadar geçtiği, Grekçe tuğla manasına gelen plinihos kelimesinin, Akadca yine tuğla manasına gelen libittu kelimesine irca edilmesi gerektiği de iddia edilmektedir. Fakat belki de o kadar sağlam değildir, Plinthos ise hem kerpiç hem de tuğla. Çünkü libittu tuğla mânasındadır ama bu etimolojik isbat yanmamış tuğladır. Ticaret: Sumer iktisadiyatı başlıca, mahsulâtı en yüksek haddine çıkarıp bunlardan azamî şekilde istifade etmeye dayaniyordu. Pek az bir şekilde bulunan kereste ile, hiç bulunmıyan madenin yerini kil, kamış, saz, hurma elyafı ve asfalt tutuyordu. Filvaki memlekette çıkan kereste, çatı örtme, saban yapma, ev eşyası gibi basit ihtiyaçları temine kifayet ediyordu. Fakat bundan başka, mobilya ve gemi yapımında da kullanılıyordu. Tencere, bıçak, için lâzım olan bakır ve kalay, memlekette hariçten ithal edilmiş olarak, kâfi miktarda vardır. Bu kültür devirlerinin bir çoğunda fazla miktarda gümüş de para olarak tedavülde idi. Nihayet hükümdar saraylarında altın ve mücevher lüksü büyük şaf etmişti. Bundan da gayet geniş bir ticaret sisteminin mevcudiyetine hükmedebiliriz. Maden, kereste ve kıymetli taşlardan başka memlekete hariçten ıtriyat ve oğma yağları için kullanılan reçine ve bir çok ilâçlık otlar ithal ediliyordu. Bir de ihtiyaca kâfi gelmeyen yerli hayvanların yünlerine ilâveten hariçten yün getirtiliyordu. D. T. C. A. Ü. Fakültesi Dergisi F. S 428 B. LANDSBERGER İşte bütün bunlar bu söylediklerimizden Proto-Fratlı’lar ticaretin ceddi olarak görünüyorlar. Bunlardan Sumer’ler ve Babilliler ticareti alarak en yüksek şekillerine kadar tekâmül ettirmişlerdir. Bu günkü Tacir kelimesinin aslı Sumerce damgar, Akkadca tamkar kelimelerinin, şimdiye kadar kabul edildiği gibi, Sami asıldan değil, ProtoFıratça’dan olması daha muhtemeldir. Tüccar devirlerin bir çoğunda devlete mensup bir organ idi. Tacirlerin başında bir âmir bulunurdu ve gelirini devlete vermek mecburiyetinde idi. Ancak muahhar zamanlarda dır ki, müstakil, hususî tacir tipi ortaya çıkmıştır. Ticaret de o derece merkezileşmişti ki, seyyar ticaret, Babil limanlarındaki ve piyasalanndaki alım satım ve bütün para işleri birselden idare edilirdi. İthalât karşılığı olmak üzere, mübadele vasıtalarından biri transit ticaretinden kazanılan gümüş, diğeri de Babil kumaşları idi. ancak paraca fakir devirlerdedir ki, hububat mübadele vasıtası olarak kullanılmıştır. Daha üçüncü devrin ortalarında dahilî alış verişin kısmı âzami gümüşe dayanıyordu.
Bu ağır sis dağıldığında, Kim duracak o sokak lambasının altında, Lili Marlen
Birinci Dünya Savaşı sırasında, her akşam saat 21:55’te tüm cephelere yayın yapabilen Belgrad Radyosu’nda bu şarkı çalınıyordu. Şarkıyı ilginç kılan nokta ise aynı anda karşı cephedeki askerlerin de siperlerinde şarkı ile kendilerinden geçmeleridir. Hatta düşman askerler siperlerinden başlarını çıkararak Almanlar’a, “Radyonuzun sesini biraz daha açar mısınız” diye seslenirlermiş. Şarkı bitene kadar ise cephelerde bulunan hiçbir asker tek bir kurşun bile atmaz, hayallere dalarak geride bıraktıkları sevdiklerini düşleyerek şarkının sona ermesini beklermiş. Böylece Lili Marlen türküsü hiçbir komutanın emri olmadan savaş durduran tek şarkı olarak tarihteki yerini aldı.
Lili Marlen türküsü, Rus Cephesi’nde görev alan Alman askeri Hans Leib’in kışla önünde sokak lambasının altında nöbetteyken sevgilisiyle buluşmasını ve sonrasında iki aşığın hüzünlü vedasını konu alır. 1915 yılında Hans Leib’in Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede aşık olduğu iki kadını bir şiirde buluşturmuştu. Lili ve Marlen… Lili cepheye giderken ardında bıraktığı sevdiği kız, Marlen ise, cephede aşık olduğu hemşiredir. Şarkı kaldırım serçesi Edith Piaf’ın sesinde ölümsüzleşti ve cephelere yayılarak silahları bir anlıkta olsa susturdu….
Şu sıralar en çok ihtiyaç duyduğumuz, barış, merhamet, sevgi ve şefkat gibi erdemlerimizin daha da çok hatırlanması dileğiyle.
Yunan mitolojisine göre Zeus, kendisine en değerli hediyeyi verene kentin koruyuculuğunu verecektir ve bunun için bir yarışma düzenler.
Denizlerin tanrısı Poseidon, Zeus’a uzak diyarlara dahi uçarak gidebilen ve savaşta yenilmeyecek bir at armağan eder. Athena ise zeytin ağacını. Yarışma çetindir çünkü ikisi de Zeus’a dünyanın en güzel hediyesini vermek isterler.
Kuşkusuz dünyanın en uzak diyarlarına gidebilecek ve yenilmez savaşçı bir at mükemmel bir hediyedir, ancak zeytin ağacı daha mükemmeldir.
Zeytin ağacının muazzamlığı karşısında başta Zeus olmak üzere tüm tanrılar, tanrıçalar büyülenmiş ve ağacın kutsallığı karşısında donakalmışlardır. Tüm hırsına ve kazanma isteğine rağmen Poseidon bile zeytin ağacından o kadar etkilenmiştir ki, aralarındaki çekişmeye rağmen zeytin ağacının üstünlüğünü kabul eder.
Bunun üzerine, Athena zeytin ağacından bir dal kırıp Poseidon’a verir ve öylece aralarındaki düşmanlık zeytin ağacının rakipsiz güzelliği karşısında yok olur. O günden sonra Athena’nın ismi Atina kentine verilir.
Barış ın Simgesi
“Düşmana zeytin dalı uzatmak” deyimi de neredeyse tüm dillere tam da bu mitten gelmiştir. Çünkü Zeytin ağacı, düşmanınızın dahi kıyamayacağı güzellikte ve kutsallıktadır…. Dünyada kesilmesi yasak olan başlıca iki ağaç, zeytin ve sakız ağaçlarıdır.
Diplerine kimyasal dökülmediği müddetçe ya da dünyadan, doğadan ve çocuklarımızın güzel geleceklerinden nefret eden bir grup merhametsiz ve aç gözlü kesmediği müddetçe sonsuza kadar yaşarlar….