Lilith

İbrahim-i dinlerin Adem ile Havva benzeri bir yaradılış hikayesi de şöyledir: Yahudiliğin mistik anlatımlarında Lilith isminde bir kadın vardır.

Lilith Adem gibi topraktan yaratılmış ve bu sebepten Adem’le kendini eşit görmüştür, cinsel ilişki esnasında Adem’in altında yatmayı reddedip onunla kavga eder, Tanrı bu kavgada Adem’den taraf olur, bunun üzerine Tanrıya kızan Lilith, Tanrının ağza alınmayacak ismini söyler ve cennetten ayrılır.

Daha sonrasında insanlara musallat olur ve dişi bir şeytana dönüşür. Adem’in ilk karısı olan Lilith, kötülüğün ve isyanın simgesi haline gelir.

Sami dinlerin kadınlara bakış açısının temeli bu kadındır.

SÜMERLER

Sümerler günümüzden 7-8 bin yıl önce Mezopotamya’ya yerleşerek yüksek bir uygarlık kurmuşlardı. Sümerler kurdukları uygarlıkta rahat ve rehavet içinde yaşarken, yıkılışından 100-150 yıl kadar önce yani günümüzden 4500 yıl önce Arabistan içlerinden Akad diye adlandırdıkları kavmin insanları Sümer kentlerinde çalışmak için akın akın gelmeye başlıyorlar.

Bir kısım Sümerler bunlara karşı çıksa da diğerleri ucuz ve kolay işçilik ve köle gözüyle baktıklarından göz yumuyorlar.

150 yıl içinde işler değişiyor. Akadlar kentleri yakıp yıkıyor, Sümerleri öldürüyor ve sonra iktidarı ele geçiriyorlar.

Sümerlerin son günlerinde bir bilge kil tablete şöyle yazıyor :

“FARK EDEMEDİK GEÇ KALDIK. AMAN TANRIM BU VAHŞİLER HEPİMİZİ YOK EDECEK. TANRIM BİZİ AFFET. BİZDEN SONRA GELENLER BUNLARI OKURSA BELKİ DERS ALIR.”

“GEÇMİŞİNİ BİLMEYENİ, GELECEK TOPA TUTAR !”

Ve Sümer devleti yıkılır, Akadlar Sümer uygarlığının üstüne oturur.

Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ

https://x.com/Zzkocan/status/1697510085663096887?s=20

SARGON

“Ben Agade’nin Kralı Büyük Sargon!”
“Annem Yüksek Bir Rahibe idi.
Babamı Bilmiyorum.
Yüksek Rahibe Annem Beni Gizlice Doğurdu.
Beni Bir Kamış Sepete Koydu. Onu Ziftle Kapladı.
Beni Nehre Bıraktı. Dışarı Çıkamayacaktım.
Nehir Beni Sürükleyerek Su Çekici Akki’ye götürdü.
Akki Beni Sudan Çıkardı. Kendi Oğlu Gibi Büyüttü Beni.”
(M.Ö 2334- 2279)

“Ben Agade’nin Kralı Büyük Sargon!”

Sargon’un annesi yüksek rahibe idi. Kralın sarayında görev yapmakta idi. Bir gece rahipler tarafından tecavüze uğradı. Bir çok rahip Sargon’un annesine tecavüz etmişti. Anne kimseye bunu söylemedi çünkü, kimseyi inandıramazdı. Bunu bir sır olarak sakladı. Kral Urzababa’nın sarayında 9 ay sonra anne, Sargon’u gizlice doğurdu. Kimselere göstermeden zift ile kapladığı sepete koyup Dicle’nin sularına bıraktı. Sepet zift ile kaplı olduğu için, su çekmeden kuytu bir yerde sabit durdu.

Dicle nehrinde çamaşır yıkayan ve çocuğu olmayan bir kadın tarafından bulundu. Bu kadın aynı zamanda saray cariyelerinden biriydi. Çocuk saraya tekrar dönmüş oldu. Anne yine oğluna kavuşmuş ve onu gizlice emzirmişti. Bu sırrını sadece bakıcı anne biliyordu. Sargon sarayda, saray adetlerini, sarayın siyasi, askeri ve diğer öğretilerini almıştı. Hem askeri bir deha hem de inanılmaz bir insan gücüne sahipti. Kral Urzababa savaşa giderken sarayı ona emanet ederdi. Büyümüş yetişkin bir erkek olmuştu. Annesi ona yıllardır saklamış olduğu sırrı söyledi. Sargon bu olay karşısında müthiş bir öfke duymuştu. Bu öfke Sargon’da müthiş bir intikam hırsına dönmüştü. Kraldan habersiz kendi ordusunu kurmaya başlamıştı. Kral Urzababa savaşa gitmişti. Fakat Sargon ve adamları bu savaşa katılmadı. Kral bu savaşta yenildi.

Sargon ise sarayda bütün rahipleri öldürmüş, sarayı ele geçirmişti. Sargon M.Ö 2350 yılında kralı da öldürerek Akad’ın Kralı olmuştu. Tarihte yeni bir sayfa açılmış ve Büyük Sargon veya I. Sargon dönemi başlamış oluyordu. Bu doğum efsanesi Otto Rank’ın 1909 yılındaki tespitine göre antik dünya literatüründeki Musa, Karna ve Oedipus’un doğumlarıyla da benzerlik gösterir. Hikaye Neo-Asur dönemine ait bir kil tablette geçmektedir. Tablet, Asur Kralı Asurbanipal’in kişisel kütüphanesinde bulunmuştur.

Kaynak; (tarihten_notlar_ ) https://x.com/Zzkocan/status/1703132789422318051?s=20

Bir Aşk Hikayesi

Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan bir delikanlıydı. Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi. Ve Londra’da bir partide gördü onu, güzeller güzeli İngiliz gence vuruldu, âşık oldu.

Hyde Park’ta ata bindiğini öğrenince ertesi sabah soluğu orada aldı. Tanıştılar, yemek yediler, gözlerini birbirlerinden alamadılar.

Fakat kötü bir şey vardı. Ahmet Naci Bey tahsilini tamamlamış, yurda dönmesi gerekmekteydi. Kalsa olmaz, bıraksa hiç olmaz. Pat diye; “Benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin?” dedi. Olga Cynthia sevindi ama, boynu büküktü.

‘Jack var’ dedi. Jack, oğluydu. Delikanlı dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi ve Orient Express. Ver elini İstanbul.

Bismillah nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi ailesi. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide ismini aldı.

Hariciye ’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Fakat kanun çıktı hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz. Delikanlı mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.

Başka işler yaparak evini geçindirmeye çalıştı. Fakat başarılı olamadı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler, sonra gülüşler ve ardından köşk.

Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları oldu. Saracak bez bulamadılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama kahrından alkole dadanmıştı.

Bir gün İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, dediler Nadide’ye. Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi.

Ahmet Naci Bey, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreden vefat etti. Evlatları kim miydi?

Biri Yıldız Kenter diğeri ise Müşfik Kenter, bugün Müşfik Kenter’in aramızdan ayrılışın 11.yılı, Müşfik Kenter içimizde bir Alf sesi ya da bir resme aşık Halil ama bir yandan da aşkları uğruna her şeyi göze alan bir ailenin çocuğu ve yokluklar içinde küllerinden doğan bir tiyatrocu, saygı ve rahmetle…
@unutulmaz.kareler ‘den alıntıdır.

TENGRI BIZ MENEN!…

Araplar Puta taparken, Türkler Araplardan bin yıl önce Tanrı’yı biliyordu!

Ne kadar sade ve kalpten bir dua. Arapların putlara, Perslerin ateşe taptıkları dönemden 800 sene önce, bir ve tek olan Tanrı’ya inanan Türk Hun Hükümdarları şu duayı okurlardı:

“Ulu Tanrı. Her şeyi yaratan Tanrı. Yenilmez, yıkılmaz, ölmez, bitmez, yitmez, yok olmaz Tanrı. Suyu donduran, buzu eriten, buzdan su yürüten, sudan ırmak coşturan, ırmaktan göl dolduran, gölde balık gezdiren Tanrı. Kuru derelere pınar koşturan, ota ağaca can yürüten, ottan ağaçtan çiçek çıkartan, çiçeklerden oğul veren, arıya bal yaptıran Tanrı. Günümüzü aydınlatan, gecemizi yıldızlarla süsleyen Tanrı. Bize yeni bir yıl veren Tanrı. Bu yıl bize bol ver, bolluk ver! Otumuz otlağımız bol ver. Kulunlarımız kuzularımız bol ver. Yapağımız yünümüz, yağımız sütümüz, peynirimiz, kımızımız bol ver. Yağmurumuz suyumuz, Avlağımız avımız bol ver. Urısı, kızı oğulumuz bol ver. Anamızı balamızı, oğulumuzu kızımızı, gencimizi yaşlımızı, bu Kara Yer üzerinde hepimizi kara çorlardan sakla, işizlikten bizi esirge Yüce Tanrı. Yayımız yaman, okumuz şaşmaz, kılıcımız keskin kıl. Yağının başını munsuz, bileklerimizi güçsüz, yüreklerimizi umutsuz koma. Bahar geçsin yaz gelsin, yaz geçip güz gelsin, güz buduna yeğni gelsin. Kuzumuz, kulunumuz, oğulumuz çok olsun. TÜRK çoğalsın Acun üzre bey olsun. Aç, çıplak kalmasın, acun düzen dirlik bulsun. Yer ve gök ülüşü için, atalarımız tini için sunduğumuz iduklarımızı una. Yüce Tanrı. TÜRK Budun ilsiz kılma, TÜRK Budun başsız kılma, TÜRK Budun töresiz kılma, Hun Budun yüzün yere vurma, TÜRK Budun tutsak kılma, hatun olacak kızlarımızı kun, bey olacak oğullarımızı kul kılma. TÜRK budununu koru.”.. Sonraki zamanlarda Türklerin GökTengri’yi bırakıp (kılıç zoruyla) arap tanrısına tapması, Türklerin araplaşmasına, kadınların aşağılanmasina, kendi öz benliklerinden kopmasına, ve yavaş yavaş yok olmasına yol açtı…

Tengri Biz Menen Sözü Nereden Gelmektedir? 

Tanrı bizimledir anlamına gelen Tengri Biz Menen, kadim yazıtlarda ve kitabelerde yer almaktadır. Eski Türk Beylikleri ve devletleri tarafından slogan haline getirilen bu deyiş, savaşlardan ve ibadetlerden önce hep birlikte söylenirdi.

Kaynak : Ronald Cohn Jesse Russell, Tengriism, bookwika, VSD (1 ocak 2012)

UZAKTAN GELEN TWİTTER HESABINDAN ALINTIDIR

Makhunik Antik Cüceler Kenti

İran’da Horasan eyaletinin güneyinde cücelerin yaşadığı ismi Makhunik olan 5 bin yıllık antik bir şehir bulunuyor. Bu antik kentte kentin adı Makhunik. Antik cüceler kenti deniyor.

Makhunik Kenti

1946’ya kadar herhangi bir uygarlığın yaşamadığı düşünülen Lut Çölü’nün merkezine 60 kilometre uzaklıktaki bir bölgede Tahran Üniversitesi Coğrafya Fakültesi tarafından keşfedildi…

Makhunik antik kentinin Sümer mitolojisinde geçen iki mistik krallıktan biri olan Uruk krallığının Aratta medeniyetine ait bir şehri olduğu ve cüce insanların burada M.Ö. 6000 yılından beri yaşadığı düşünülüyor.


Yani mumyalar 5000 yıllık ise en az 3000 yıl yaşamış oldukları kesinlik kazanmış durumda.
Şehirde keşfedilen küçük boyutlu yapılar da bunu kanıtlıyor…

Bulunan Mumyalardan Biri
Küçük Makhunik Evleri

Makhunik şehrinde bulunan yapılar arasında atölyeler, konut bölgeleri ve mezarlıklar da var. 800’den fazla antik mezar da kazı aşamaları sırasında ortaya çıkarıldı. Bu yapıların hepsi ve diğer araç gereçler yalnızca küçük insanların içerisine sığabileceği şekilde tasarlanmış. Bölgede yapılan çalışmalarda kuyumcular, esnaflar ve çiftçilerin yaşadığı bazı alt bölgeler de keşfedilmiş…

Mumya üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda, cücenin öldüğünde 16-17 yaşlarında olduğu tespit edilmiş.
Şimdi benim aklıma türlü türlü hikayeler sorular geliyor.
Bu cüceler binlerce yıl yaşadı da sonra neden yok oldular nesilleri neden bitti.?
Diğer insanlar tarafından yani bizlerce soy kırıma uğramış olabilirler mi?

Facebook – İran Arkeoloji Mitoloji Kültür Grubundan alıntı.

Reşid Paşa ya da İngiliz casusu Arminius Vambery

Arminius Vámbéry veya Ármin Vámbéry (Macarca: Ármin Vámbéry, Almanca: Hermann Vámbéry; esas adı: Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger) (d. 19 Mart 1832, Szerdahely, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu [bugünkü Slovakya] – ö. 15 Eylül 1913, Budapeşte, Macaristan), Macar asıllı bir müsteşrik ve Türkolog, seyyah ve Birleşik Krallık’ın emrinde bir casustu.

Ünlü İngiliz casusu Arminius Vambery ( Reşid Paşa ) Londra’da yayınladığı günlüklerinde; “Türk’ler mert, saf ve güvenilir insanlardır. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler. Kandırmamız hiç zor olmadı…” 5 vakit namaz kılan, kuranı ezbere bilen, Osmanlıcaya hâkim, Macar asıllı ünlü İngiliz casus, yıllarca namaz kıldırıp, dervişlik yapıp, ajanlık yapıyordu. O sırada Osmanlı da ayakta uyuyordu, sonra da nur topu gibi bir Ermeni sorunu buldu kucağında Suriyeliler gibi.

Vámbéry, fakir, dindar bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Ayağı aksak doğan Vámbéry, on iki yaşından itibaren geçimini sağlamak için önceleri terzi çırağı, sonraları özel öğretmen olarak çalışmak zorunda kalmıştı. Bunun yanı sıra etnografya ve filoloji alanlarında araştırmalar yaptı. Vámbéry, Bratislava yakınındaki Svätý Jur manastırında piyaristlerin eğitimini aldıktan sonra kendi kendini geliştirerek çok sayıda dilde yetkinlik kazandı. Önceleri Avrupa dillerine eğilen Vámbéry, daha sonra Arapça, Türkçe (Osmanlıca) ve Farsça dillerini iyi bir şekilde öğrendi.

Macar halkının Asya menşelerini bulmak arzusu içinde 22 yaşındayken İstanbul’a seyahat edip orada Asıf Bey ve daha sonra Rıfat Paşa’nın hizmetinde frenk lisanları muallimi (Avrupa dilleri hocası) olarak çalıştı. İstanbul’da bulunduğu 1857–1863 yılları arasında, farklı Türk ağız ve lehçelerini öğrenme fırsatını da buldu. Aynı zamanda Türk tarihinden bazı eserlerin çevirilerini yaparak Almanca-Osmanlıca bir sözlük de yayınladı.

Türk’lerin arasına Reşid Paşa adıyla karıştı. Türk milliyetçilerine sabotajlar düzenledi Devletin en üst makamlarının arasına karıştı. Sultan Abdulhamid ile dostluk kurdu. Güvenini kazandı. Anadolu ve Ortaasya seyahatine çıktı. Artık o bir derviş idi…

Tam 4 yıl Osmanlı topraklarında kaldı. Osmanlıcayı mükemmel denebilecek kadar iyi konuşuyordu. Hiç kimse ondan kuşkulanmadı. Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü. Ta ki, yıllar sonra Londra’ya döndükten sonra anılarını yazınca deşifre oldu. İngiliz casusu idi!…

Anılarında şunları yazıyordu.

“Derviş ve hoca kimliğiyle aralarına girdim”

– Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesinin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı. Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu TÜRK hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum. Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine inanmıyor hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.

TÜRK’ler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler. Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim Türkmenler, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem. Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor,  bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı… Ve, ancak sorulan suallere cevap verdim. Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek,  ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı. Türkmenlerin hepsi İslam’dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de onu yaptım, amacım ülkeyi yıkmak ve ele geçirmekti, çokta başarılı oldum.

Kaynak: Osmanlıda İngiliz casusu “Vambery’nin Günlükleri”

Siyonizm:

Vámbéry, zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’in güvenini kazanmıştı. Herzl’e uzun uğraşlar sonucu Sultan’ın huzurunda 1901 yılında bir randevu ayarlayan Vámbéry siyasi siyonizmi destekliyordu.

1900 yılının Haziran ayında Vámbéry padişahın huzuruna çıktı; Herzl, Sultan’dan görüşme ayarlaması için elinden gelen her şeyi yaptı, ancak başarılı olamadı. Bunun nedenleri hakkında dolaşan söylentiler çelişkili. Sonunda Herzl 16 Haziran 1900 tarihinde Vámbéry’yi Tirol’da ziyaret etti. Günlüklerinde bu ziyaret hakkında şunları yazıyor:

“Yetmiş yaşındaki bu aksak Macar Musevinin şahsında hayatımda gördüğüm en ilginç insanı tanıdım. Kitaplarını Alman dilinde yazan, 12 dili aynı mükemmellikle konuşan, daha fazla Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu adam hayatında 5 ayrı dine geçerek bunlardan ikisinde rahip oldu. Bunca dini bu kadar yakından tanıyınca ateist olması normal karşılanmalıdır. Şark ülkelerinden bana 1001 gece masalı gibi olayları anlattı, Sultan’la olan yakın ilişkisi gibi şeylerden bahsetti. Ayrıca bana ant içerek İngiliz ve Türk ajanı olduğunu söyledi. Macaristan’daki profesörlük unvanı sadece göstermelikmiş, Yahudi düşmanı bir toplumda yaşadığı bunca çileden sonra. Bana çok sayıda belgeyi gösterdi, bunlardan bazıları Sultan’ın kendi eliyle yazılmıştı; ancak Türkçe yazıldığı için okuyamıyordum ve içeriği hakkında bir şey diyemem. Oradayken yanımıza gelen William Hechler’i kaba bir şekilde yanımızdan kovdu, benimle yalnız kalmak istiyordu. Sözlerine şöyle başladı: “Ben paranın peşinde değilim, zengin biriyim. Altından biftek yenmez. Çeyrek milyonum var ve sermayemin faizlerinin yarısını bile harcamıyorum. Size yardım edeceksem, dava uğruna yardım edeceğim.” Benden planlarımızın tüm detaylarını, para vs. hususlarını öğrenmek istedi. Sultan’ın kendisinden Avrupa basınında lehinde bir kamuoyu oluşması için çalışmasını istediğini söyledi. Bu konuda yardım etmemi istedi. Bense yarım ağızla yanıt verdim. Konuşurken arada konuyu değiştirip başına gelen, oldukça ilginç olayları anlattı. Benjamin Disraeli sayesinde İngiliz ajanı olmuş. Türkiye’de önceleri kahvehanelerde şarkıcı olarak başlamış, aradan geçen bir buçuk yıl içinde Sadrazamla ahbap olmayı başarmış. İstese Yıldız Sarayı’nda konaklayabilirmiş (Padişah Sarayı), ancak suikast kurbanı olmaktan korkuyormuş. Sultan’ın sofrasında, hem de samimiyetten elleriyle yemek yiyormuş, ancak zehirlemekten korkuyormuş. Yüzlerce böyle ilginç şeyleri anlattı. Ben ona dedim ki … Sultan’a beni kabul etmesini söyleyin, birincisi, basında ona değerli hizmetler sağlayabildiğim için, ikincisi salt huzuruna çıkışımın bile onun Avrupa’daki itibarını yükselteceği için. Dilmaç (tercüman) olarak onu tercih ettiğimi söyledim. Ancak yaz yolculuğunun meşakkatlerinden dolayı çekiniyor. Zamanım bittiğinde, benim için harekete geçip geçmeyeceği meçhul kalmıştı. … Ancak bana vedalaşırken bana sarıldı ve beni öptü …”

Vámbéry Herzl’e karşı maddi bakımından herhangi bir ihtiyacı bulunmadığını vurgulamıştı ve para için değil, adil dava olarak gördüğü Siyonizm uğruna destek vereceğini söyledi. Buna rağmen padişahın huzurunda bir görüşme ayarlamak için 5.000 pound ve Musevi bankerlerin Osmanlı İmparatorluğu’na vereceği hatırı sayılır bir kredi anlaşmasına arabuluculuk yaptığı için uygun bir komisyon alması için yazılı bir teminat istemişti.

Aralık 1900’da gazeteler Osmanlı Devleti’nin siyasi Siyonizm nedeniyle Filistin için göç kurallarını sıkılaştırdığını yazdı. Bunun üzerine Herzl Vámbéry’ye şu satırları yazdı (28 Aralık 1900):

“Bana kalırsa bu hiç kötü bir alamet değil; aksine iyi bir işaret. Fahişe [Osmanlı Devleti’ni kastediyor] fiyatını yüksek tutmak istiyor, onun için sahip olunamayacağını söylüyor. Yanılıyor muyum?”

Herzl Ocak 1901’den itibaren Vámbéry vasıtasıyla doğrudan tehditler göndererek padişahı yola getirmeye çalıştı: Osmanlılar Yahudilerin isteklerine biraz daha ılımlı yaklaşmayacak olursa, Yahudiler Osmanlının tüm para kaynaklarını kesebilecekmiş.

Ağustos 1901’de Herzl Vámbéry’den kendisi ve Siyonistlerin Osmanlı padişahı için neler yapmaya muktedir olduğunu padişaha tekrar açıklamasını istedi. Padişah istese, Fransızların karşısında aciz düşmemesi için Herzl ona bir Torpidolu Muhrip gemisini bile temin edebilirmiş (Fransızlar bir süre önce ihtilaflı bir alacakları nedeniyle Midilli adasını savaş gemileriyle işgal etmiş, ancak Osmanlı Devleti ödemeyi taksit halinde yapmayı kabul ettikten sonra adadan tekrar çekilmişti). Herzl Vámbéry’ye ayrıca Filistin’e yerleşecek Yahudilerin göçü için gemi temin etmesi için 300.000 Hollanda Florini teklif etti; parayı söz konusu amaç uğruna istediği gibi harcayabilecekti, artanı da kendine saklayabilecekti, önemli olan sonuçmuş. Herzl’in mektubu amacına ulaştı: Kendi söylemine göre paraya ihtiyacı olmayan Vámbéry Herzl’in teklifini kabul etti, gerektiğinde Osmanlı Devleti’nde kendisi önemli bir vazife alacak veya hatta padişahı devirecekti.

Herzl, İtalya’nın ilk Siyonistlerinden Meranolu Tobias Marcus vasıtasıyla Vámbéry ile tanışmıştı. Herzl’e 13 Eylül 1898 tarihinde mektup gönderen Marcus, Vámbéry’yi şu sözlerle tarif etmişti:

“Daha önce söylediğim gibi, Vámbéry oldukça karmaşık bir şahsiyettir. Dahiane bir insan, ancak zarafet, eğitim ve karakterden yoksun biri. Kendini beğenmişliğiyle toplumda saygınlık sahibi herkese tepeden bakar. Her türlü din ve milliyetçilikten nefret eder. Güya kendisi çağın en büyük hür düşünen kişi, kendini kozmopolit bir insan olarak görmektedir, öte yandan İslam’ı ve aynı anda İngiltere’yi övüyor. Genelde bakılırsa, kendini fazlasıyla beğenmiş ve çelişkili karaktere sahip, sözlerine her zaman itibar edilmemesi gereken, yine de son derece dikkatli yaklaşılması gereken bir insandır, zira aleyhtarı olmak ziyadesiyle tehlikelidir.”

Herzl’in İstanbul’daki teması, yıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin Dahiliye Nezaretinin Sıhhiye Müdürlüğünü ifa etmiş olan Macaristanlı hekim Dr. Soma Wellisch (1866–1926) idi. Wellisch, Vámbéry’yi padişahla tanıştıran kişiydi

Drakula :

Vámbéry, Bram Stoker adlı yazarın 1897 yılında yayınlanan meşhur Drakula adlı romanı için ilham kaynağı olmuştu. Stoker 1890 yılında Vámbéry ile karşılaştığında, Vámbéry kendisine Rumen Prens Vlad III. Drăculea’nın (Drakula) efsanesini anlatmıştı. Bu tarihi kişilikten hareket ederek, Stoker romanının kahramanı Vampir Drakula’yı yarattı. Vampir kelimesinin Vámbéry ismiyle alakalı olduğu iddiaları, sözcüğün çok daha eskiye (18. yy.[2]) dayanması nedeniyle asılsızdır.

Drakula romanında Van Helsing Kont Drakula’nın geçmişinden söz ederken Vambery’den arkadaşı olarak bahseder.Van Helsing haberleştiği dostu Vambery’den Drakulanın geçmişini araştırmasını istemiştir.

Eserleri :

  • Deutsch-türkisches Taschenwörterbuch (Almanca-Türkçe Cep Sözlüğü), İstanbul 1858
  • Abuschka. (Çağatayca Sözlük, doğu el yazmalarından alıntılardan çeviri), Pest 1861 (Macarca)
  • Reise in Mittelasien (Orta Asya’da Seyahat), Leipzig 1865, 2. baskı 1873 (bu çalışması birçok dile çevrildi)
  • (Osmanlıcası: Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vustada Seyahati, Çeviren: A. H. Abdurrahim, Vakit Matbaası, Dersaadet, 1878)
  • (Türkçe çevirisi: Bir Sahte Dervişin Orta Asyada Seyahati, Çeviren: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009)
  • Tschagataische Sprachstudien (Çağatayca Üzerine Çalışmalar), Leipzig 1867
  • Meine Wanderungen und Erlebnisse in Persien (İran’da Gezi ve Hatıratım), Leipzig 1867
  • Skizzen aus Mittelasien (Orta Asya’dan Eskizler), Leipzig 1867
  • Uigurische Sprachmonumente und das Kudatku-Bilik (Uygur Dil Öğeleri ve Kutadgu Bilik), Innsbruck 1870
  • Geschichte Bocharas (Buhara Tarihi), Stuttgart 1872, 2 cilt
  • Der Islam im 19. Jahrhundert (19. Yüzyılında İslam), Leipzig 1875
  • Sittenbilder aus dem Morgenland (Şark Ülkelerinden Kültür Manzaraları), Berlin 1876
  • Etymologisches Wörterbuch der turkotatarischen Sprachen (Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik Sözlüğü), Leipzig 1878
  • Die primitive Kultur des turkotatarischen Volkes auf Grund sprachlicher Forschungen (Türk-Tatar Halkının Dil Araştırmalarına Dayanarak Basit Kültürü), Leipzig 1879
  • Der Ursprung der Magyaren (Macarların Kökeni), Leipzig 1882
  • Das Türkenvolk (Türk Halkı), Leipzig 1885
  • Die Scheibaniade, ein özbegisches Heldengedicht (Şeybaniname, Bir Özbek Destanı, Metin ve Tercüme), Budapeşte 1885

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Arminius_Vambery

Kaynak : https://twitter.com/Saka_larr

Ur Kraliyet Oyunu

Ur Kraliyet Oyunu ya da bilinen diğer adıyla Yirmi Kare Oyunu ya da kısaca Ur Oyunu, ilk olarak MÖ 3. bin yılın başlarında antik Mezopotamya’da oynanan iki oyunculu strateji yarış türünde bir masa oyunudur. Döneminde Orta Doğu’da tüm sosyal statüdeki insanlar arasında popüler olmuş ve oyunun tahtaları, Girit ve Sri Lanka gibi Mezopotamya dışındaki yerlerde de bulunmuştur. Popülerliğinin zirvesindeyken manevi bir önem kazanmış ve oyundaki olayların bir oyuncunun geleceğini yansıttığına ve tanrılardan veya diğer doğaüstü varlıklardan mesajlar taşıdığına inanılmıştır. Ur Oyunu, Geç Antik Çağ’a kadar popülerliğini korumuş ve muhtemelen zamanla tavlanın ilk biçimlerinden birine dönüşmüş ya da yerini tavlaya bırakmıştır. Neticede Hindistan’ın Koçi kentindeki Yahudi nüfusu dışında her yerde unutulmuş ve bu halk, İsrail’e göç etmeye başladıkları 1950’lere kadar oyunun bir versiyonunu oynamaya devam etmiştir…

Leonard Woolley tarafından Ur Kraliyet Mezarlığı’nda bulunan ve günümüzde British Museum’da sergilenen beş oyun tahtasından biri

Ur Oyunu, Orta Doğu’da popüler olmuş ve oyun tahtaları; İran, Suriye, Mısır, Lübnan, Sri Lanka, Kıbrıs ve Girit’te bulunmuştur. Tutankhamun’un mezarında da Ur Kraliyet Oyunu’na çok benzeyen dört oyun tahtası bulunmuştur. Bu tahtalar, zarları ve oyun parçalarını saklamak için küçük kutulara sahipti ve çoğunun arka taraflarında senet tahtaları mevcuttu. Böylece aynı tahta her iki oyunu oynamak için de kullanılabilmiş ve sadece tahtanın ters çevrilmesi gerekmiştir. Oyun, tüm sosyal sınıflar arasında popüler hâle gelmiştir. Oyunun keskin bir nesneyle, muhtemelen bir hançerle oyulmuş bir graffito versiyonu, II. Sargon’un Horsabad şehrinde yer alan sarayındaki insan başlı kanatlı boğa şeklindeki kapı nöbetçisi figürlerinden birinin üzerinde keşfedilmiştir.

Ur Oyunu, zamanla batıl bir öneme sahip olmuş ve İtti-Marduk-balāṭu’nun tableti, oyuncuların belirli alanlara inmeleri hâlinde gelecekleri için belirsiz kehanetler öngörmektedir. Bunlar arasında “bir arkadaş bulacaksın”, “aslan gibi güçleneceksin” veya “güzel bira içeçeksin” gibi kehanetler yer almıştır. İnsanlar, bir oyuncunun oyundaki başarısı ile gerçek hayattaki başarısı arasındaki ilişkiyi anlamıştır. Belirli bir kareye inmek gibi rastgele görünen olaylar, tanrılardan, ölen ataların hayaletlerinden veya bir kişinin kendi ruhundan gelen mesajlar olarak yorumlanmıştır.

II. Sargon’un sarayında keşfedilen oyunun graffitosu, British Museum, Londra

Geç Antik Çağ’da Ur Oyunu’nun nihai düşüşüne neyin yol açtığı belirsizdir. Bir teoriye göre tavlaya evrilmişken başka bir teori, ilk tavla biçimlerinin popülerlik açısından Ur Oyunu’nu gölgede bırakmış ve zamanla oyuncular eski oyunu unutmuşlardır. Oyun Orta Doğu’daki popülaritesini kaybetmeden önce belli bir yerde, görünüşe göre bir grup Yahudi tüccar tarafından Hindistan’ın Koçi kentinde, takdim edilmiştir. Koçi’nin Yahudi nüfusu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1950’lerde İsrail’e göç etmeye başladıklarında Aaşa adını verdikleri Ur Oyunu’nun tanınabilir bir biçimini oynamaya devam etmişlerdir.Oyunun Koçi versiyonunda orijinal Mezopotamya versiyonunda olduğu gibi yirmi kare mevcuttur; fakat her oyuncunun yedi yerine on iki taşı var ve yirmi karenin yerleşimi farklıdır.

Senet ve Yirmi Kare oynamak için yapılan bir oyun kutusu (MÖ 1635-1458)

İngiliz arkeolog Leonard Woolley, 1922-1934 yılları arasında Ur’daki Kraliyet Mezarlığı’nda yaptığı kazı sırasında Ur Oyunu’na ait beş oyun tahtası keşfetmiştir. Oyun ilk olarak Ur Kraliyet Mezarlığı’nda keşfedildiği için “Ur Kraliyet Oyunu” adıyla anılmış fakat daha sonradan arkeologlar, Orta Doğu’daki diğer yerlerde oyunun diğer kopyalarını ortaya çıkarmıştır. Woolley tarafından keşfedilen tahtaların her biri, MÖ 3000 civarına tarihlenmektedir. Beş tahtanın tamamı aynı tipte olmasına rağmen farklı malzemelerden yapılmış ve farklı süslemelere sahiptir. Woolley, The First Phases (çev. ’İlk Aşamalar’) adlı 1949 tarihli kitabında bu tahtalardan ikisinin görüntüsünü yeniden çizmiştir. Bunlardan biri, ahşap kaplı bitüm içinde mavi veya kırmızı merkezlere sahip deniz kabuğu disklerinden oluşan bir arka plandan oluşan nispeten basit bir settir. Diğeri ise kırmızı kireç taşı ve lapis lazuli ile işlenmiş, tamamen kabuk plaklarla kaplı daha ayrıntılıdır. Diğer oyun tahtalarına genellikle hayvan resimleri kazınmıştır.

MÖ 177 tarihli kurallar tableti, British Museum, Londra

Ur Oyunu ilk keşfedildiğinde kimse nasıl oynandığını bilmiyordu. Daha sonra, British Museum’da küratör olan Irving Finkel, MÖ 177 dolaylarında Babilli yazman İtti-Marduk-balāṭu tarafından yazılan ve o dönemde oyunun nasıl oynandığını anlatan bir kil tableti 1980’lerin başında tercüme etmiştir.Tableti çevirirken İddin-Bēl adlı başka bir yazman tarafından kurallar hakkında daha önce yazılan bir açıklamasına dayanmıştır. Bu tablet, Ur Oyunu’nun ilk oynandığı zamandan çok sonra -Babil uygarlığının zayıfladığı dönemde- yazılmıştır.1880 yılında Babil harabelerinde keşfedilmiş ve British Museum’a satılmıştır. Finkel ayrıca Kont Aymar de Liedekerke-Beaufort’un kişisel koleksiyonunda bulunan ancak I. Dünya Savaşı sırasında yok edilen başka bir tabletin fotoğraflarını da kullanmıştır. Tarihsiz olan bu ikinci tablet de oyunun kuralları açıklıyordu. Arkeologlar, bu ikinci tabletin İtti-Marduk-balāṭu tarafından yazılan tabletten birkaç yüzyıl önce yazıldığına ve kökeninin Uruk şehrinden geldiğine inanmıştır. Her iki tabletin de arka yüzleri, hangi oyunu açıkladıklarını açıkça belirten oyun tahtasının diyagramlarını göstermektedir. Finkel, bu kurallara ve oyun alanının şekline dayanarak oyunun nasıl oynanmış olabileceğini yeniden tasarlamıştır.

Daha düşük ihtimalle de olsa oyuncuların orta bölümdeki dört kareyi geri alarak oyunu daha uzun hale getirdiği olası rota
Mavi ile gösterilen “güvenli” alanlar ve yeşil renkte gösterilen “savaş” alanları ile oyuncuların taşlarını tahtadan çıkarmak için yarıştıkları en olası rotayı gösteren diyagram

Ur Oyunu, bir yarış oyunudur ve muhtemelen bugün hâlâ oynanan masa ya da tavla oyun ailesinin doğrudan atasıdır. Piyon benzeri yedi oyun taşından oluşan iki set kullanılarak oynanır. Bir taş parça seti, beş siyah noktalı beyazdan oluşurken diğer set ise beş beyaz noktalı siyahtan oluşur. Oyun tahtası iki dikdörtgen kutu setinden oluşur ve biri, her biri dört kutudan oluşan üç sıra içerirken diğeri her biri iki kutudan oluşan üç sıra içerir. Bunlar, iki kutudan oluşan “dar bir köprü” ile birbirine bağlanmıştır. Oyun, hem şans hem de strateji unsurlarını içerir. Hamleler; dört yüzlü, tetrahedron şeklindeki bir zarın yuvarlanmasıyla belirlenir. Her zarın dört köşesinden ikisi işaretliyken diğer ikisi işaretli değildir ve bu durum, her zara işaretli veya işaretsiz köşe yukarı bakacak şekilde eşit gelme şansı verir. Bir zar atıldıktan sonra yukarıya bakan işaretli kısımdaki sayı, bir oyuncunun o hamle sırasında kaç aralık hareket edebileceğini gösterir. Oyunlar genellikle tahmin edilemezdir.

Oyunun amacı, bir oyuncunun yedi taşının tümünü parkur boyunca (önerilen iki versiyonu sağdaki diyagramlarda gösterilmiştir) ve rakibinden önce tahtadan alabilmektir. Günümüze ulaşan tüm oyun tahtalarında, tahtanın iki tarafı her daim birbiriyle aynıdır ve bu, tahtanın iki tarafının her bir oyuncuya ait olduğunu gösterir. Bir taş, oyuncunun kendi karelerinden birinin üzerindeyse ele geçirilmeye karşı güvendedir fakat tahtanın ortasındaki sekiz kareden birinin üzerindeyse rakibin taşları aynı alana gelerek onu ele geçirebilir. Taşın tahtadan geri çekilmesi durumunda rotanın baştan başlatılması gerekir. Bu, altı “güvenli” kare ve sekiz “savaş” karesi olduğu anlamına gelir. Her defasında tek bir karede birden fazla taş olamaz bu nedenle tahtada aynı anda çok fazla taş olması oyuncunun hareketliliğini engelleyebilir.

Bir oyuncu zar atıp bir sayı elde ettiğinde taşlarından herhangi birini tahtaya taşımayı seçebilir veya oyuna henüz girmemiş taşları varsa tahtaya yeni bir taş eklemeyi seçebilir. Oyuncunun her fırsat bulduğunda bir taşı ele geçirmesine gerek yoktur. Bununla birlikte, oyuncular olumsuz bir sonuçla karşılaşsa bile ihtimal varsa taşı hareket ettirmeleri gerekir. Günümüze ulaşan tüm oyun tahtaları, orta sıranın ortasında renkli bir rozete sahiptir. Finkel’in rekonstrüksiyonuna göre, rozetli alana bir taş yerleştirilmişse ele geçirilmeye karşı güvendedir. Finkel ayrıca, üç rozetten herhangi birine bir taş konduğunda oyuncunun fazladan bir zar atma hakkı aldığını belirtir. Tahtadan bir parça çıkarmak için oyuncunun parkurun sonuna kadar kalan boşluk sayısı artı bir tane sallaması gerekir. Oyuncu bu sayıdan daha yüksek veya daha düşük bir sayı atarsa taşı tahtadan çıkaramaz.

Bir arkeolojik kazıda bir dizi Ur Oyunu’nun yanı sıra yirmi bir beyaz bilye çıkarılmıştır. Bu bilyelerin muhtemelen bahis tutuşmak için kullanıldığı düşünülmüştür. İtti-Marduk-balāṭu’nun tabletine göre, bir oyuncu rozetle işaretlenmiş kutulardan birini atladığında çanağa bir jeton yerleştirmelidir. Bir oyuncu herhangi bir rozetin üzerine geldiğinde çanaktan bir jeton alabilmektedir.

Kaynakça

^ a b c d e f g h i j k l m n Green, William (19 Haziran 2008). “Big Game Hunter”. Time (İngilizce). Londra. ISSN 0040-781X. 25 Mayıs 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 20 Aralık 2020.

^ a b Collon, Dominique (1 Temmuz 2011). “Assyrian guardian figure”. BBC History (İngilizce). BBC. 13 Temmuz 2007 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 23 Eylül 2019.

^ a b c d e f g h i j k l m n o Bell, Robert Charles (1979) [1960]. Board and Table Games from Many Civilizations (Yenilenmiş bas.). New York: Dover Publications. ss. 16-17, 21, 25. ISBN 1306356377. OCLC 868966489.

^ a b c d e f g h i j k l m n o p q r s t u v w x y z aa ab ac ad ae af ag Botermans, Jack (2008). The Book of Games. Fankbonner, Edgar Loy. New York: Sterling. ss. 712-20. ISBN 9781402742217. OCLC 86069181.

^ a b c d e f g h i j k l m n o p q r Donovan, Tristan (2017). It’s All a Game (1. bas.). New York: Thomas Dunne Books. ss. 13-16. ISBN 9781250082725. OCLC 960239246.

^ S, Priyadershini (1 Ekim 2015). “Traditional board games: From Kochi to Iraq”. The Hindu. 4 Ekim 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi – http://www.thehindu.com vasıtasıyla.

^ a b c d e f g h i j k l m n o p q Becker, Andrea (2007). “The Royal Game of Ur”. Finkel, Irving (Ed.). Ancient Board Games in Perspective: Papers from the 1990 British Museum Colloquium, with Additional Contributions. Londra, İngiltere: British Museum Press. ss. 16. ISBN 9780714111537. OCLC 150371733.

^ “Tom Scott vs Irving Finkel: The Royal Game of Ur | PLAYTHROUGH | International Tabletop Day 2017 – YouTube”. http://www.youtube.com. 7 Mayıs 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 9 Ocak 2021.

CEHALETİN BEDELİ

Lale Devri’ni bitiren isyan olarak bilinen Patrona Halil isyanı’nın lideri Patrona Halil, isyan sonrası iktidar boşluğundan yararlanıp Osmanlı Devleti’ni 44 gün süreyle idare etmiştir.

PATRONA HALİL
PATRONA HALİL

Bir gün yine halka konuşurken, fedailerinden biri kendisine verilen kâğıdı patrona Halil’e uzatıyor.

Patrona Halil kağıda göz ucuyla baktıktan sonra cebine koyuyor. Kağıtta “saraya gitme seni öldürmek için tuzak kurdular” yazıyor.

I. MAHMUT

Birinci Mahmut, kendisi ve avanesiyle görüşmek üzere bir yemek düzenliyor ve bu yemeğe avanesiyle birlikte Patrona Halil’i çağırıyor. Yemek günü geldiğinde patrona Halil avanesiyle birlikte saraya gidiyor ve öldürülüyor.

Patrona Halil’in öldürüleceğini bile bile saraydaki davete katılmasının nedeni, aslında öldürüleceğini bilmemesi. Çünkü Patrona Halil okuma yazma bilmiyor.

Daha da ilginci, okuma yazma bilmediğini avanesinden de saklıyor. Konuşma yaptığı sırada okumuş gibi yapıp kağıdı cebine koymasının muhtemel nedeni, kendince oluşturduğu karizmasını çizdirmek istememesi…

(Evliya Çelebi Twitter dan Alıntıdır.)

Ayaklanmanın sebebi, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın açtığı zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken bir kitle olmuştur. Nadir Şah’ın saldırısıyla yeniden başlayan İran savaşından olumsuz haberler gelmesi üzerine halk harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlanmıştı. Uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti.

Zamanın tarihini yazan Mehmed Raşid Efendi ve İsmail Asım Efendi, tepkilerin ve öfkelerin korkunç bir ayaklanmaya dönüşmesinde, halkın ekonomik sıkıntısına ve yüksek enflasyona rağmen geceli gündüzlü ziyafetlerin, Çırağan eğlencelerinin, sefere çıkmak istemeyen padişahla sadrazamının Davutpaşa Sarayı bahçelerine gidip bülbül dinlemelerinin baş rolü olduğunu yazarlar. Tarihçi Şem’danî-zâde ise daha pratik bir anlatım ile ayaklanmaya neden olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı “mirasyedi meşreb, gece gündüz zevk u sürûr icad idüb halkı aldadacak şey lâzımdır deyû bayramlarda meydanlarda dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurub erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, salıncağa binub inerken hubbaz yiğidlere kadınları kucaklatdıran, hoş-seda ile şarkılar söylettiren” kişi olarak tarif eder.

Topluluk tepkilerini halk ihtilaline döndürmeyi başaranlar, gerçekte Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın siyasi karşıtlarıydı.

Halk isyanının elebaşı Horpeşteli Arnavut Halil, leventlik ve Rumeli’de yeniçerilik yapmıştı ve yakın hemşehrileri arasında “Patrona” (koramiral) lakabıyla anılmaktaydı. İstanbul’da bir ara hamam tellaklığı veya esnaflık yaptığı da söylenmektedir. İstanbul meyhanelerine devamlı giderek alkol aldığı ve ihtilal yoldaşlarını da bu meyhanelerde tanıdığı bilinmektedir. Patrona Halil’i kendini ayaklanmaya elebaşılık etmeye kışkırtanların telkinleri ile 1730 yaz sonunda bir ihtilalci kadro toplamış ve ilk ihtilal planlama toplantısı 25 Eylül 1730’da Mevlid Alayı günü yapılmıştır. Bu grupta başkan Patrona Halil; yardımcıları Muslu Beşe ve Emir Ali ve kolbaşı kurmaylar olarak Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Halil adlarında daha çok zorba olarak adları çıkmış halk adamları bulunmaktaydı. Zorba ayaklanmacılar 28 Eylül Perşembe günü bayrak açıp şeriat için herkesin bayrak altına gelmesini istediklerini bağırarak üç koldan şehirde yürüyüşe geçtiler. Kapalıçarşı’ya Bayezid Camii’nin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar; çarşıya girip tüccarlara zorla dükkânlarını kapattırdılar ve çarşı girişlerini tutup kimsenin alışveriş için girememesini sağladılar. Birden yürüyüş kolları kalabalıklaşıp büyümeye başladı. Ana kola hedef Et meydanı oldu ve Patrona Halil ve erkanı bu meydanı merkez seçtiler. Bir grup da Üsküdar’a geçip orada muzır çıkarmaya başladı. Asayişi sağlaması gereken Yeniçeri Ağası Hasan Paşa bu kargaşalığa önce müdahale eder göründü ise de kalabalık dallanıp budaklanınca korkup, kurtulma çaresini kaçıp saklanmakta buldu.

Sultan ve sadrazam Damad İbrahim Paşa Üsküdar’da idiler. İstanbul Kaymakamı karşıya geçip gelişmeler hakkında bilgiler verdi. Karşılık olarak yapacakları kararlaştırmak için devlet adamları ve yüksek ulema Üsküdar’a çağrıldı ve Sancak-i Şerif Topkapı Sarayı’ndan çıkarılıp getirildi. O gece Sultan, Sadrazam ve devlet erkanı İstanbul’a geçip Topkapı Sarayı’na yerleştiler. Fakat o akşam Yeniçeriler ve Acemoğlanları da kazan kaldırıp, şeriat için yürüyüşe geçen ve geceyi sokaklarda geçiren halka katıldılar. 29 Eylül günü ayaklanmacılar İstanbul’un kontrolünü ellerine almışlardı. Patrona Halil yandaşlarına emirler verip yağmalar ve baskınlar düzenleyip isyana katılmayan veya isyancıların uygun görmedikleri kişilerin öldürülmelerine başlandı. Bu aranan ve kayıplara karışan kişiler arasında devrin ünlü şairi Nedim de bulunmaktaydı. Böylece Patrona bir terör havası yaratmayı ve kendine muhalif olacaklara gözdağı verip muhalefeti önlemeyi başardı. Etmeydanı’nda bulunan elebaşılar heyeti karargahına müderrisler getirip isteklerini fetvalar şekline dönüştürüp güya meşruiyet kazandılar. “Şeriat isteriz” yaygaralarıyla sokaklara dökülmüş halk güruhuna, tomruk ve zindan mahkûmlarının salınması ile katılanlar ve İstanbul’un bütün ayaktakımı öncülük ve liderlik etmeye başladı.

Bu gelişmeler üzerine Saray’dan gönderilen bir aracı ile Sultan III. Ahmet isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. Patrona Halil’in, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kellelerinin kesilmesini istediği belirtildi. Sultan duruma el koymak için Sancak-i Şerif’in açılmasını ve müslümanların bu sancak altına çağrılmasını emretti. Bu emire uyan çok az sayıda kişi Patrona Halil’in devriyeleri tarafından hemen dağıtıldılar. Yeni Kaptan-ı Derya olarak atanan Abdi Paşa, Patrona ile şahsi bir görüşme yapıp uzlaşma yolları araştırdı; ama başarı kazanamadı.

30 Eylül’de Topkapı Sarayı’nda yapılan toplantıda Zülali Hasan Efendi, Sadrazam İbrahim Paşa’nın idam edilmesini önerdi. Ulemanın fetvası da alınarak akşama doğru Sadrazam İbrahim Paşa ve damatları Mustafa Paşa ve Mehmed Paşa Kapılararası’nda boğduruldular. 1 Ekim sabahı, cesetleri öküz arabalarına konulup Saray’dan çıkartılıp isyancılara verildi. Ayaklanmacılar cesetleri İstanbul sokaklarında sürükleyip herkese gösterdiler.

Fakat, ayaklanmacılar arasında bu cesetlerden hiçbirinin İbrahim Paşa’ya ait olmadığına dair bir şüphe uyandı. Tekrar Saray’a bir yürüyüş başladı. Alay Köşkü önünde büyük bir kalabalık toplandı. Padişah pencereden görünmek zorunda kaldı.

Ulemadan Zulalî Hasan Efendi ve İspirzade asilerle uzlaşmaya gönderildiler. Fakat Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan III. Ahmet’in tahtan indirilmesini istediler. Uzlaşma heyeti de Patrona Halil ile isyanın sona ermesinin ancak Sultan III. Ahmed’in tahttan inmesi ile mümkün olacağına anlaştılar. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan III. Ahmet, 30 Eylül gecesi yeğeni Şehzade Mahmud’u Kafes Köşkü’nden getirip önce alnından öptü; saltanata dair öğütlerde bulundu ve şehzadeleriyle birlikte yeni sultana biat etti.

I. Mahmud önce Hirka-i Saadet dairesinde namaz kılıp dua etti ve gece yarısından sonra iç biat törenine katılıp Saray halkının tebriklerini kabul etti. 2 Ekim,1730’da İstanbul Osmanlı tahtına I. Mahmut geçtiğini ilan eden cülus topları ile uyandı. O gün Sadrazamlığa Silahdar Mehmed Paşa tayin edilmişti. Babüsaade önüne kurulan bir tahta oturan I. Mahmut için dış biat törenine hemen başlandı. Bu törende protokol ayaklanma liderlerinin uygunsuz giysi, hareket ve tavırları ile bir skandal oldu. Ön sırada baldırı çıplak Yeniçeri eri kıyafeti giyinmiş ile silahları kuşanmış olarak Patrona Halil, Muslu Beşe vb. efradı yer almıştı.

Ayaklanmacılar hemen organize olmaya başladılar. Patrona Halil, İstanbul Kadısı olarak Müderris İbrahim’i, Yeniçeri Ağası olarak eski yoldaşı Nişli Kel Mehmed’i ve Sekbanbaşı olarak Urlu Murteza’yi atamıştı. Yeni Padişah, ayaklanmacıların hazırladığı listelere göre, ta en küçük görev olan kürsü şeyhliğine kadar, yeni atamalar yapmak zorunda kaldı. Hatta, Patrona’ya ayaklanmadan önce borç vermiş ve ayaklanma sırasında kredi sağlamış olan Yanaki adlı bir Rum kasap Boğdan Voyvodalığı’na bile kâğıt üzerinde atanmıştı.

6 Ekim 1730’da yeni Padişah için Eyüp’te yapılan kılıç alayında İstanbul halkı arasından geçip camide, İslam peygamberi Muhammed’in kılıcını kuşandı.

Asiler daha önceki devirden elde kalan en önemli binaların bulunduğu Saadabat’daki köşkleri yakıp küle döndürmeyi arzu etmekteydiler. Fakat I. Mahmud bu yangına izin vermedi. Ama yine de buraların yıkılmasına engel olamadı. I. Mahmud ayaklanma elebaşlarını birer görevle İstanbul’dan uzaklaştırmayı denedi. Patrona Halil Yeniçeri Ağası tarafından yapılan 10 bin altın maaşla nerede isterse vali olması teklifini reddedip; amacının mal, mülk ve unvan edinmek olmadığını, bozuk düzeni kaldırmanın ana hedefi olduğunu belirtti. Güvenilir adamları aracılığıyla I. Mahmut, Kapıkulu asker ocaklarındaki isyancıları ve Patrona Halil etrafındaki kalabalığı kendi safına çekmekte biraz başarı kazandı. Patrona Halil, Şeyhülislam ve kazaskerin kefil olmaları ile bu yoldaşlarının ayrılmasını kabul etti.

Fakat yine bir ay boyunca Patrona sık sık Etmeydanı karargahından ayrılıp silahlı olarak Sultan’ın huzuruna çıkıp istek ve önerilerde bulunmakta ve ayrıca çarşı pazarda denetimde bulunmaktaydı. Kasım 1730 ortasında (çoğu Arnavut asıllı olan) Patrona Halil erkanı ile kapıkulu askerleri arasında, özellikle Patrona Halil erkanına sağlanan ayrıcalıklardan doğan hoşnutsuzluk dolayısıyla, uyuşmazlıklar başladı. Bunu önlemek için Patrona Halil Sadaret Kaymakamı görevini yüklenmek istediğini Sultan’a bildirdi. Bunun zararını anlayan Sultan hemen Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa’ya bir plan hazırlatıp uygulamaya koydu. 23 Kasım’da genel gündemli bir Divan-ı Hümayun toplantısı hazırlanıp Patrona Halil ve bütün erkanı bu toplantıya çağrıldı. Burada 25 Kasım’da bir gizli toplantı yapılması kararlaştırıldı. Bu gizli toplantıya gelen Patrona, erkanı ve muhafızları birbirinden ayrıldı. Silahlarından arındırılan Patrona Halil ve erkanı Sünnet Odası’ndan alınarak bir baskınla öldürüldüler. Dışarıda bekleyen muhafızlar ise birer ikişer ayrı ayrı idam edildiler. Enderun avlusu ve Sofay-i Hümayun bir savaş meydanına döndü. Patrona, erkanı ve muhafızlarının kelleleri ve cesetleri Saray’dan arabalarla çıkarılınca zorba kalabalıkları da hemen dağıtıldı.

İstanbul sıkı bir denetime alındı. Özellikle hamamlarda çalışıp yaşayan Arnavutlar dağıtıldı. 2.000 kişi yakalanıp ya idam edildi ya da Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Böylece 25 Kasım’dan hemen sonra Patrona Halil isyanı kalıntıları sona erdirilip I. Mahmud’un gerçek saltanatı başladı.

Kaynakça

^ *Altınay, Ahmet Refik (Hrz. Haydar Ali Dirioz), (1973) Lale Devri, Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları.

^ Sakaoğlu, Necdet (1999), Bu Mülkün Sultanları, Istanbul:Oğlak Yayıncılık, ISBN 975-329-299-6 say. 325-331.

^ Mehmed Raşid, Tarih-i Raşid c. III-V, İstanbul 1282/1865-66

^ Küçükçelebizade İsmail Âsım Efendi, Tarih-i Çelebizade Âsîm, Raşid tarihine zeyl İstanbul 1282/1865-66

^ Şem’danî-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi, (Haz. Münir Aktepe), Mür’i’t-i Tevarih (Cilt I-III), 1976-1981

^ Osmanlı Devletinde Yeileşme Hareketleri 1703-1876 sayf 6-7. Anadolu Üniv. yayınları…….

Orpheus

Orpheus Yunan mitolojisindeki ünlü Trakyalı ozandır. Orpheus kimilerine göre esin perilerinden biri olan Kalliope’nin, kimilerine göre ise Apollon’un oğludur.

Orpheus’ un sanat yeteneği de bu sayede meydana gelmiştir. Orpheus’a liri kullanmayı periler öğretir. Orpheus lirini öyle güzel çalar ki doğa bile kendi özgün müziğini durdurarak, onun müziğini dinler, azgın akan sular diner, ormandaki en yabani hayvanlar bile uysallaşırmış.

Orpheus Yunan mitolojisindeki ünlü Trakyalı ozandır. Orpheus kimilerine göre esin perilerinden biri olan Kalliope’nin, kimilerine göre ise Apollon’un oğludur.

Orpheus’ un sanat yeteneği de bu sayede meydana gelmiştir. Orpheus’a liri kullanmayı periler öğretir. Orpheus lirini öyle güzel çalar ki doğa bile kendi özgün müziğini durdurarak, onun müziğini dinler, azgın akan sular diner, ormandaki en yabani hayvanlar bile uysallaşırmış.

Orpheus ile ilgili en ünlü mitoloji, orman perisi (dyrad) olan eşi Eurydike’ye olan aşkı uğruna ölüler dünyasına gitmesidir. Eurydike’nin hikâyesi şöyle gelişir. Bir gün Trakya’da ki bir ırmak boyunca gezinirken Aristaios Eurydike’ye tecavüz etmek ister. Eurydike, kaçmaya çalışırken bir yılan tarafından sokularak öldürülür.
Eşine delicesine âşık olan Orpheus, bu ölüm ile kahrolur. Eşinin ölümü üzerine Orpheus günlerce eşinin mezarı önünde yas tutar. Ve sonunda Orpheus lirini alarak eşinin ardından Hades’e yani ölüler dünyasına gitmeye karar verir. Orpheus önüne çıkan tüm engelleri lirinden yükselen eşsiz müzikle alt eder. Öyle ki iki dünya arasında bir nevi aracı görevi gören Charon’u bile bu eşsiz müzikle etkileyerek Styx nehrini geçmeyi başarır. Ardından ölüler dünyasının bekçisi üç başlı Köpek Cerberus’u da müziği ile sakinleştirerek ölüler dünyasına girer. Orpheus ölüler dünyasında geçirdiği süre içinde eşsiz müziği ile cehennemdeki tüm işkenceleri durdurur. Orpheus ölüler dünyasının tanrısı Hades’i ve eşi Persephone’yi müziği ve eşine olan büyük aşkı ile büyüler. Tanrılar eşini böylesine seven bir adama acırlar ve eşi Eurydike’yi vermeyi kabul ederler. Ancak bir şartları vardır. Orpheus eşi Eurdike’nin önünde yürüyecek ve ölüler dünyasını terk edene kadar eşine dönüp bakmayacaktır.

Orpheus bu şartı kabul eder. Ama tam gün ışığına çıkmak üzereyken bir şüpheye kapılır ve ardına dönüp bakar eşi oracıkta gözden kaybolur ve ölüler dünyasına geri döner.

Eurydike karanlıklara geri döndürülür. Bir anda bütün çabalar boşa gitmiştir. Eurydike, geri gömüldüğü yeraltı alemi bataklıklarından ona şöyle haykırır:

“Bu ne Orfe, bu ne?
Bu ne çılgınlık böyle, seni de yok eden, zavallı beni de?
İşte gene geri çağırır beni zalim kader,
Uyku kapatır kararan gözlerimi,
Dört yanımı saran gece götürür beni, elveda!”

Öykünün devamında mağara, ağaç, kaplan, yavrulu bülbül sembolleriyle ilişkilendirilen Orfe yedi ay, havada asılı bir kayanın altında ağlar. Sonunda Orpheus eşini alamadan insanların arasına dönmek zorunda kalır, gözleri sevgilisine kavuşmaktan başka bir şeyi görmediğinden diğer kadınlarla ilgilenmez, hatta onları hor görür…

Orpheus ile ilgili bir başka mitoloji ise ölümü ile ilgilidir. Orpheus ölüler dünyasından dönüşünde öbür dünyadaki deneyimlerine dayanarak bazı öğretiler yaratmış ve bu öğretileri sadece erkeklerle kapalı mekânlarda yaptığı toplantılarda anlatmıştır. Bundan dolayı Trakyalı kadınlar bu duruma sinirlenir ve bir gece toplantı çıkısı Orpheus’u ve müritlerini öldürürler.

Trakyalı kadınlar Orpheus’u öldürdükten sonra cesedi parçalayarak bir nehre atarlar. Ceset parçaları akan nehirle sürüklenerek denize ulaşır. Orpheus’un kesik başı ve liri Lesbos Adasına kadar gelir. Lesboslular şaire cenaze töreni düzenler ve mezarını yaparlar. Orpheus’un ölümünden sonra, Tanrılar onun lirini gökyüzüne çıkarıp bir takımyıldızı yaparak ölümsüzleştirirler.

Orfe, elinde kozalak başlı bir asa taşırdı. Adı (Orfe ya da Arfa) inisiyelerinin kendine hitap biçiminden doğmuş olup “ışığıyla şifa veren” anlamına geliyordu. Kurduğu inisiyatik organizasyonun merkezi olan Delf’teki Apollon Tapınağı’nın kapısı üzerinde ünlü “kendini bil!” sözü yazılıydı.

Grek mitolojindeki birçok öğe ve öykü Orfe’nin kurduğu inisiyasyon merkezinden ihraç olmuş sembollerden ibarettir. Orfe’nin inisiyatik öğretisinde kullanılan sembollerden bazıları Evridikiaether, Tartaros, yeraltına iniş, organlara ayrılma, kartal, iki yılanlı asa, titanlar, ateş, meşale, Phanes, Apollon, gnöthi scauton (kendini bil), küre, Lethe çeşmesi, Mnémosyne çeşmesi, Moira ya da Moira’lar, Erinyelerkozmik yumurta, süt, şarap, yay, yılan ve Zagreus’tur. Pisagor ve Platon gibi birçok inisiyenin yararlandığı Orfe’nin öğretisi, diğer ezoterik ekollerde de görüldüğü gibi, sürekli olarak tekrar doğuş ilkesini esas almaktaydı. Amaç, insanın semavi yanına zıtlık gösteren, Titanlarla simgelenen dünyevi, maddi tutkuları, nefsani arzuları yenerek kurtuluşa varmaktı.

Wikipedia ve Yavuz Tellioğlu ndan alıntıdır.