Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir.
Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir. Selçuklular döneminde Anadolu da çokça yaptırılan açık avlulu ve kapalı hol sistemi planı çerçevesinde kale görünümündeki bu büyük kolsal yapılar, özellikle sultan ve vezirlerin talimatları ile önemli yol güzergâhları üzerine inşa edilmişlerdir. Iğdır Kervansarayı ise tali bir yol üzerinde inşa edilmiş plan olarak diğerlerinden avlusu olması ile ayrılmıştır.13 y.y.sonunda yapılan Kervansaray Elazığ Çemişgezek yakınında aynı yüz yılsonlarında kaldığı tahmin edilen İbrahim Şah hanının planına benzemektedir. Avlusu kapalı hol sistemi planı ile yapılmıştır.
Antik dönemlerde yazılan çoğu tarihi eser hikayeci tarih sınıfına girmektedir. Bunlara Heredot’un Historia’sı da dahildir. Titus Livus’un da eseri ”Şehrin Kuruluşundan İtibaren”; bu gruba dahildir. Yazar Roma kentinin kuruluşu ile ilgili çok çarpıcı bir hikaye anlatır. Hikayeci tarih sınıfına ait olan bu eseri bilimsel kriterlerde görmediğimizi belirterek bu öyküyü aktaralım.
Palatinus Tepesi’nde kurulan Roma kentinin kadın nüfusu oldukça azdır. İçine kapalı bir topluluk oldukları için komşu yerleşimlerle de evlilik yoluyla nüfusa katkı sağlanamamıştır. Nüfus gittikçe azalmaktadır. Bu sorunu kökten çözmek isteyen Romalılar , Neptün adına bir şenlik düzenleyip komşularını davet eder. Beklenen işaret gerçekleşince de Sabin kadınlarını yakalayıp kendileriyle evlenmeye zorlarlar. Çok geçmeden Sabin ordusu intikam için Roma’ya saldırır. İki ordu savaşa tutuşunca Sabin kadınları ”saçları başları darmadağın ve paçavralar içinde” , – havada uçuşan mızraklar arasından koşup iki savaşan grup arasında bedenleriyle bir kalkan oluşturdular. Kavgacıların arasına girdiler, babalarını bir yana, kocalarını öbür yana toplayarak kardeş kanı dökülmesi yüzünden lanetlenmeyi engellemeye çalıştılar. ”Biz artık anneyiz,” diye bağırdılar. ”Bizim çocuklarımız sizin oğullarınız, sizin torunlarınız; onları baba katili yapmayın.” derler .
Bu müdahale başarılı olur barış sağlanır. Hatta iki devlet Roma’nın idaresi altına girer. Böylece Roma nüfusu ikiye katlanmış olur. Antikçağ İmparatorlukları – Eric H. Cline, Mark W Graham #ArkeoTarihDünya #mitoloji #Roma #SeherBilhanSürme
Tarihin en romantik sahtekârlık hikayesi…. Anastasya.
Anastasya’’ olayı, tarihin belki de en romantik sahtekârlığıydı…
Son Rus Çarı Nikola’nın kızı Anastasya olduğunu ve 1917 devrimi sırasında idamdan kurtulduğunu iddia eden genç bir kadın dünya gündemini yıllarca meşgul etmişti. Çar ailesinin paylaşılamayan kemikleri üzerinde yapılan DNA testi, Anastasya olayının sadece tatlı bir yalan olduğunu ortaya çıkardı…
Tarihin en tatlı, en romantik ve en çok ses getiren sahtekârlığı geçen haftalarda noktalandı: Dünyayı tam 75 yıl boyunca meşgul eden ‘‘Anastasya’’ olayının düzmece olduğu ortaya çıktı ve zihinlerde 75 yıldan beri varolan bütün sorular cevabını buldu…
Rusya’nın son Çar’ı İkinci Nikola’nın dört kızının en küçüğüydü… 1901’in 5 Haziran’ında doğdu, 16 yaşına geldiğinde Rus ihtilâli patladı… Babası Nikola tahttan feragat ettti, Çar’la beraber ailesi ve Anastasya da gözaltına alındı. Sibirya’nın batısına, Tobolsk’a gönderildiler. Aile oradan Ural dağlarının eteklerindeki Yekaterinburg’a nakledildi ve İpatyef adındaki bir mühendisin evine yerleştirildi…
Beklenen son, 1918’in 16 Temmuz’unda geldi: Çar ailesi, monarşi yanlılarının karşı darbesinden korkan Ural Sovyeti’nin emriyle o gece evin bodrumunda yaylım ateşine tutuldu… ‘‘Anastasya, babası Çar İkinci Nikola, annesi, üç kız ve bir erkek kardeşiyle maiyetlerinde bulunanlar orada can verdiler…
Genç prensesin çilesi daha bitmemişti… Cesetler bir çukura kondu, tanınmamaları için el bombalarıyla parçalandı, sonra kilometrelerce öteye taşındı, kısmen yakıldıktan sonra üzerlerine sülfürik asit döküldü ve 1,5 metre derinliğinde bir çukura toplu halde gömüldüler…
Derken aradan seneler geçti ve Avrupa’da peşpeşe Anastasyalar ortaya çıkmaya başladı… Söyledikleri hep aynıydı: Çar Nikola’nın kızıydılar ve Yekaterinburg katliamından kurtulmayı başarmışlardı…
Bol miktardaki Anastasyalar’dan sadece birinin yıldızı parladı: 1923’te, Berlin’de ortaya çıkanın… Bir köprüden atlayıp intihara teşebbüs etmek üzereyken kurtarılmıştı. Hafızasını kaybettiğini söylüyordu ve Anastasya olduğundan başka birşey hatırlamıyordu. Zamanla Romanoflar’ın, yani Rus hanedanının Avrupa’da yaşayan bazı mensuplarını ikna etmeyi başardı ve hatta onlardan biriyle, Prens Eric’le kısa bir aşk bile yaşadı… Ama hanedanın reisi Büyük Dük Kirill, Anastasya’nın gerçek olduğuna hiçbir zaman inanmadı ve birbirlerine karşı açtıkları dava tam 31 yıl sürdü. Mahkeme, ‘‘Prenses Anastasya’nın ölüp ölmediği konusu kuşkuludur’’ şeklinde tartışalı bir kararla nihayete erdi…
Genç kadın sonra Birleşik Amerika’ya yerleşti ve Anna Anderson adını aldı. Öyküsü zamanla filimlere ve kitaplara konu oldu. İlk Anastasya filmi 1956’da çevrildi. Başrolde İngrid Bergman vardı. Sonra Amy Irwing bir TV dizisi yaptı. konu beyazperdeye geçen yıl iki defa aktarıldı. Filimlerin ilkinde Anastasya’yı Meg Ryan oynuyordu; öbürü ise bir çizgi filimdi ve şimdilerde İstanbul’da hâlâ sinemalarda…
Anna Anderson 1982’de 81 yaşındayken hayata veda etti; sırlarını da beraberine götürdü… Daha doğrusu, ‘‘kendisiyle beraber götürdüğü’’ zannedildi… Çar ailesinin Yekaterinburg’da ortaya çıkartılan mezarlarındaki kemiklere yapılan DNA testlerinin sonucu geçen haftalarda alınıncaya kadar…
Bazı kemiklerin Anastasya’ya ait olduğu mezarların ortaya çıkarılmasından buyana iddia ediliyordu ve testler iddiayı doğruladı… Anastasya, tam adıyla ‘‘Büyük Düşes Anastasia Nikolayevna Romanof’’ katliamdan kurtulamamış, annesiyle, babasıyla ve kardeşleriyle beraber can vermişti…
Sonraki senelerde ortaya çıkan Anastasyalar’ın tamamı düzmeceydi… Kaynak: Hürriyet Murat Bardakçı
Sümer ve Akkad ; Dünya’ya Bakışı Yazan: Seher Bilhan Sürme
Sümerler MÖ 4000’li yıllarda kent devletleri kurmaya başladılar; fakat MÖ 2900’lü yıllarda tam bir devlet ortaya çıkarabildiler. MÖ 3200’lü yıllarda resim özellikli kayıtlar tutmaya başladılar ; resim yazısı, zaman içinde çivi yazısına dönüştü. İlk araba tekerleğini, sabanı, çömlekçi çarkını, yelkenli tekneyi… icad eden bu uygarlık dini inançları ve gelenekleriyle ondan sonra gelen tüm uygarlıkları etkilemiştir.
Sümerler bölgesel etkinliğini ticaret yaparak genişletmişti. MÖ 2350 civarında bölgeye gelen Sami ; Akkadlar bölgeye yeni bir görüş getirdi. Bu görüş ; ticaret yapma yerine çok savaşarak ganimet elde etmek ve bilinen dünyaya hükmetmek. Bu sebeple Akkad kralları çok iddialı ünvanlar kullandı. Kabartmalarda kendilerini tanrılara özgü resmettirdi.
Akkadlar ayrıca ‘önceki yıl gerçekleşen mühim bir olayın adının, bir sonraki yıla verilmesi’ yöntemiyle mantıklı bir tarihleme sistemi geliştirdiler. #kültür #tarih #Akkad #SeherBilhanSürme #MezopotamyaUygarlığı
Bu meslek tenevvuundan elde ettiğimiz manzara Fratlılarda esasen daha evvel mevcut olan bu meslek lerde genişlemiş ve bu kadroya mânevi sanatlara ait meslekler Sumerler tarafından ilâve edilmiştir. Her ne kadar onların seviyesine erişememekle beraber tam teşkilâtlandırılmiş olan bu şehirlerden komşu memleketler hiç şüphesiz birçok şeyler öğrenmişlerdir. Yine hiç şüphesiz ki, Sümer şehirlerinin birçok teknikleri şarka ve garba doğru yayılmıştır. Burada, ince un öğütme san’atını, hayvanları besiye çekme san’atını, ıtriyatçılığı, işlemeli kumaş dokumacılığını, mühür kazıcılığı, muahhar zamanlarda tekâmül etmiş olan mozayıkcılığı ve emayciliği saymakla iktifa edelim. Sumerlerin küçük sanatlarda ne kadar mütekâve eşya listelerinde sayılan binlerce isimlerden 4 27 şudur: Protokadrosu şehirtuğlalarla yapı mil olduklarını âlet öğreniyoruz. Sırf Mezopotamya’ya mahsus olarak tanınan pişmiş yapma tekniği filvaki Sumerler zamanında bilinmiyordu. Bu devirde Indus sahasında bir nevi pişmiş tuğlalarla koca şehirler yapıldığı halde Sumerlerin bunu bilmemesinin sebebini, herhalde tuğlaları pişirmek için lâzım olan yakacak maddelerin Mezopotamya’da eksik oluşuna ihtimal verebiliriz. Halbuki daha Kas’lar devrinde, tahminen 1500 den itibaren, tuğlayı pişirme usûlü Babil ilinden diğer memleketlere sayılmıştır. Bu sân’atın Mezopotamya’da Greklere kadar geçtiği, Grekçe tuğla manasına gelen plinihos kelimesinin, Akadca yine tuğla manasına gelen libittu kelimesine irca edilmesi gerektiği de iddia edilmektedir. Fakat belki de o kadar sağlam değildir, Plinthos ise hem kerpiç hem de tuğla. Çünkü libittu tuğla mânasındadır ama bu etimolojik isbat yanmamış tuğladır. Ticaret: Sumer iktisadiyatı başlıca, mahsulâtı en yüksek haddine çıkarıp bunlardan azamî şekilde istifade etmeye dayaniyordu. Pek az bir şekilde bulunan kereste ile, hiç bulunmıyan madenin yerini kil, kamış, saz, hurma elyafı ve asfalt tutuyordu. Filvaki memlekette çıkan kereste, çatı örtme, saban yapma, ev eşyası gibi basit ihtiyaçları temine kifayet ediyordu. Fakat bundan başka, mobilya ve gemi yapımında da kullanılıyordu. Tencere, bıçak, için lâzım olan bakır ve kalay, memlekette hariçten ithal edilmiş olarak, kâfi miktarda vardır. Bu kültür devirlerinin bir çoğunda fazla miktarda gümüş de para olarak tedavülde idi. Nihayet hükümdar saraylarında altın ve mücevher lüksü büyük şaf etmişti. Bundan da gayet geniş bir ticaret sisteminin mevcudiyetine hükmedebiliriz. Maden, kereste ve kıymetli taşlardan başka memlekete hariçten ıtriyat ve oğma yağları için kullanılan reçine ve bir çok ilâçlık otlar ithal ediliyordu. Bir de ihtiyaca kâfi gelmeyen yerli hayvanların yünlerine ilâveten hariçten yün getirtiliyordu. D. T. C. A. Ü. Fakültesi Dergisi F. S 428 B. LANDSBERGER İşte bütün bunlar bu söylediklerimizden Proto-Fratlı’lar ticaretin ceddi olarak görünüyorlar. Bunlardan Sumer’ler ve Babilliler ticareti alarak en yüksek şekillerine kadar tekâmül ettirmişlerdir. Bu günkü Tacir kelimesinin aslı Sumerce damgar, Akkadca tamkar kelimelerinin, şimdiye kadar kabul edildiği gibi, Sami asıldan değil, ProtoFıratça’dan olması daha muhtemeldir. Tüccar devirlerin bir çoğunda devlete mensup bir organ idi. Tacirlerin başında bir âmir bulunurdu ve gelirini devlete vermek mecburiyetinde idi. Ancak muahhar zamanlarda dır ki, müstakil, hususî tacir tipi ortaya çıkmıştır. Ticaret de o derece merkezileşmişti ki, seyyar ticaret, Babil limanlarındaki ve piyasalanndaki alım satım ve bütün para işleri birselden idare edilirdi. İthalât karşılığı olmak üzere, mübadele vasıtalarından biri transit ticaretinden kazanılan gümüş, diğeri de Babil kumaşları idi. ancak paraca fakir devirlerdedir ki, hububat mübadele vasıtası olarak kullanılmıştır. Daha üçüncü devrin ortalarında dahilî alış verişin kısmı âzami gümüşe dayanıyordu.
Bu ağır sis dağıldığında, Kim duracak o sokak lambasının altında, Lili Marlen
Birinci Dünya Savaşı sırasında, her akşam saat 21:55’te tüm cephelere yayın yapabilen Belgrad Radyosu’nda bu şarkı çalınıyordu. Şarkıyı ilginç kılan nokta ise aynı anda karşı cephedeki askerlerin de siperlerinde şarkı ile kendilerinden geçmeleridir. Hatta düşman askerler siperlerinden başlarını çıkararak Almanlar’a, “Radyonuzun sesini biraz daha açar mısınız” diye seslenirlermiş. Şarkı bitene kadar ise cephelerde bulunan hiçbir asker tek bir kurşun bile atmaz, hayallere dalarak geride bıraktıkları sevdiklerini düşleyerek şarkının sona ermesini beklermiş. Böylece Lili Marlen türküsü hiçbir komutanın emri olmadan savaş durduran tek şarkı olarak tarihteki yerini aldı.
Lili Marlen türküsü, Rus Cephesi’nde görev alan Alman askeri Hans Leib’in kışla önünde sokak lambasının altında nöbetteyken sevgilisiyle buluşmasını ve sonrasında iki aşığın hüzünlü vedasını konu alır. 1915 yılında Hans Leib’in Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede aşık olduğu iki kadını bir şiirde buluşturmuştu. Lili ve Marlen… Lili cepheye giderken ardında bıraktığı sevdiği kız, Marlen ise, cephede aşık olduğu hemşiredir. Şarkı kaldırım serçesi Edith Piaf’ın sesinde ölümsüzleşti ve cephelere yayılarak silahları bir anlıkta olsa susturdu….
Şu sıralar en çok ihtiyaç duyduğumuz, barış, merhamet, sevgi ve şefkat gibi erdemlerimizin daha da çok hatırlanması dileğiyle.
Astrolojide Zodyak takım yıldızları oniki takımyıldızdan oluşur ve bunlar zodyakı oluşturur. Bunlar:
Aries
Taurus
Gemini
Cancer
Leo
Virgo
Libra
Scorpius
Sagittarius
Capricorn
Aquarius
Pisces
12 tanedirler.
Gökbilimsel zodyakta onüçüncü bir takımyıldız daha vardır — Ophiuchus.
Sümerler tamamını tespit etti mi bilinmez ama yazılı tarihimize göre ilk astronomlar da Sümerli’dir.
Ay, Akrep, Aslan ,Yılan net görülmektedir.
Bu bir ‘kudurru’dur. Kudurru ; kadim Babil’de MÖ 16. yy. ila 12. yy. arası sınır taşı veya Kassitler tarafından tebaa’ya verilen arazi kayıtları bir nevi taşdan belge. Kelime Akadça “hudut” veya “sınır” demekdir (Arapça جدر “cadr”, جدار “cidar” ‘duvar’; çoğul.
(Gökyüzünün sınırları ; demek istemiş olacaklar. )
Hazırlayan: Seher Bilhan Sürme İlkbaharda kutlanan bu yeni yıl bayramı Sümerler’e kadar uzanmakla beraber , Akadlar’da; sistemli şekilde kutlanırdı. 21 Adar-1 Nisannu yani 21 Mart-1 Nisan tarihleri arasında 12 gün süren bu bayramda; Marduk tapınağında Babil Yaratılış Destanı – Enuma Eliş birkaç defa okunur ve canlandırılırdı. Böylece evrenin yaratılışı canlandırılmış ve yüceltilmiş olurdu. (Marduk, Tiamat’ı parçalar ve parçalanmış bedeninden evreni yaratır. Tiamat’ın yaratığı Kingu’nun kanından da insan yaratılmıştı.) Bayramın ilk birkaç günü kralın ayin için hazırlanması, Marduk tapınağında dua edip kurban kesmesine ayrılıyordu. Daha sonra Marduk ve Nabu’nun heykelleri İştar Kapısı’ndan geçirilerek kentte gezdirilirdi. Geçit törenine katılanlar ; ekonomik yaşamın kaynağı olan tarlaları incelemeye giderdi. Kral , yanında kalabalık bir maiyetle, festivalin son günlerinde kente dönerdi. Akitu bayramında ilginç bir gelenek vardı. Marduk’u temsil eden rahip ; kralı ağlatmaya çalışırdı. Kral rütbelerinden arındırılır, Marduk’un bir heykelinin önünde diz çökmeye zorlanır, rahip tarafından gözünden yaş gelene kadar kulağı çekilirdi. Rahip, gerekirse tokat bile atardı. Kral ; Marduk’u gücendirmediğine , Marduk’un kentinin (Babil) insanlarını aşağılamadığına ya da kente hiçbir zarar vermediğine dair yemin ediyordu. Bunun üzerine rahip, karalın rütbelerini tekrar takıyordu. Kralın gözü dolarsa Marduk’un ; krallığına bir yıl daha onay verdiği düşünülürdü. Marduk’un inayeti yeni yılda hem tarımsal üretimde, hem de ülke çapında düzenin sağlanmasında görülecekti. Bereketli ve kutsanmış bir yeni, yıl, dürüstlüğü elden bırakmayan bir krala; Marduk’un verdiği ödüldü. Bayram ; Seleukos ve Roma imparatorlukları zamanında da kutlanmaya devam etmiştir. (MÖ. 312 – MÖ. 63) MS 203 civarı– 11 Mart 222 tarihleri arasında yaşamış Suriye kökenli Roma İmparatoru Elagabalus ; bu töreni İtalya’da da kutlamalar programına almıştır. Bu bayram günümüzde 21 martta Nevruz – Newroz olarak kutlanmaya devam etmektedir. (Ritüeller değişmiştir tabii.)
1 Nisan Asur Yeni Yıl Festivali “Akitu”
Hazırlayan: Seher Bilhan Sürme
Akitu Festivali; Sümerler ile başladı. ” Akitu ” kelimesi, Akkadça ” arpa ” anlamına gelmektedir. Sümerlerde ”arpa ekme ” ve nisan ayında yani Nisannu ayında ”arpa kesme” festivalleri yapılıyordu.
Babilliler sadece Nisannu’ da ”arpa kesme” festivalini kutluyorlardı. Yüce tanrı Marduk ve veliaht prensi Nabu şerefine on bir gün süren bir festivaldi bu.
Asurlular ayrıca MÖ 683 yılında Kral Sennacherib döneminde Asur duvarları dışında, diğeri Ninova dışında olmak üzere iki Akitu Evi inşa ettiler ve Akitu Festivali ‘ ni de kutlamaya başladırlar.
Asurlular; festivali kutlamaya devam ettiler ancak festivale Kha b’Nisan adını vermişlerdi. 1 Nisan ; Asur takviminin başlangıcı sayıldı. Ve festival 1 nisanda kutlandı. Son yıllarda Akkad ismi olan Akitu; Asurlular tarafından yeniden kabul edildi ve en önemli ulusal festivalleri olarak tekrar kutlanmaya başlandı.
Babil ‘in işgalinden sonra Persler; Asur ve Babil’in bir çok uygulamasını kabul etti ve kutlamalarını devam ettirdi.
Asurlular, aynı zamanda Nisan ayını Tanrı ‘nın mübarek ayı olarak görüyor, doğanın dirilişinin arkasında tanrıların dünyaya inişini görüyordu. Asur’a inen tanrılar; kötü tanrılarla savaşıyor, savaşı kazanıyordu. Sonunda; dönemin kralı; Tanrıça İştar ile kutsal evlilik törenini gerçekleştiriyor ve doğa yeniden uyanmış oluyordu.
Özgür Ortamda Yaşam Bakışı Helenistik dünyada; antik medeniyetlerden sonra yeni bir dönem başlıyordu. Baskın dikta yönetim dönemi , özgür kent-devletler dönemi yaşanmıştı. Dinler ve yönetim şekilleri birbirini etkilemişti. ”Gizem Kültü” tabir edilen akımlar hızla dünyaya yayılıyordu. Helen dünyasında yeni bir akım doğuyordu. İnsanlar politikadan uzaklaşıp günlük hayatın basit mutluluklarının peşine düşmeye başlamıştı. Kıbrıslı düşünür Zenon’un bu duygusal mezar taşı yazısında bunu şöyle görüyoruz: ” Ey yolcu, mezarımın yanından geçerken üzülme: Ölüm bile beni kederlendirmedi. Çocuklarım ve torunlarım oldu, mutlu yaşlandım Sevgili karım hep yanımdaydı, üç oğlumu evlendirdim Onların çocuklarını dizimde uyuttum Ve hiçbiri hastalanmadı, ölmedi: hiç acı çekmedim Şimdi onlar beni rahat yolculuğuma şarapla uğurluyorlar, Kutsal ölülerin yanında tatlı bir uykuya dalacağım.” Antikçağ İmparatorlukları – Eric H. Cline, Mark W Graham #ArkeoTarihDünya #Zenon #SeherBilhanSürme
İstanbul’a otomobil ilk kez 1895 yılında, Basra Mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından getirilmiştir. Otomobilin görücüye çıktığı, İstanbulluların atsız giden bu arabayı şaşkınlıkla seyrettiği yer de Fenerbahçe’dir. O gün, at kişnemesinin yerini motor sesi almıştır ama sahnede at ahırında çalışan biri vardır: Seyis Abdurrahman! Yıldız Sarayı’nda görevli Abdurrahman Bey, seyislikten ayrılarak, İstanbul’un ilk şoförü ünvanına oturur. İran kökenli olduğu için de halk onu “Acem Abdurrahman” olarak tanımaktadır. İşin aslına bakarsanız, İranlılar “Acem” denilmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu ad kendilerine Araplar tarafından yapıştırılmış bir etikettir. Araplar, Arap olmayan Müslüman kavimlere “Acem” adını verirler. Zamanla bu ifade, karşısındakini aşağılamaya dönüşür. Bu yüzden, bir İranlıya “Acem” demek, onu küçümsemeye yönelik bir tanımlamadır.. Abdurrahman Bey’in şoförlüğünü yaptığı ilk arabayı İstanbul sokaklarında görenler, “Acem geliyor” diye bağırarak birbirlerini şaka yollu uyarırlardı. Direksiyon başına yeni oturmuş birine “acemi” denilmesinin kökeni de işte bu öyküdür…