
Buddha-perest
olarak okuyun….
…Put” kelimesinin kökeni, Soğdca “but”, daha öncesinde de “aydınlanmış”, “uyanık”, “ermiş kişi” anlamına gelen Sanskritçe “Buddha” kelimesine dayanır….


Şöyle diyor:
Barbar ve savaşçı bir kavim olarak tanımlanan Yecüc-Mecüc, tıpkı Deccal gibi sadece Hıristiyanlık ve Yahudiliğe özgü bir kavram değildir. Yecüc-Mecüc de tıpkı Deccal tiplemesi gibi, dünyanın pek çok dininin ortak dinsel motiflerindendir. Dolayısıyla hem Deccal ve hem de Yecüc-Mecüc, ilk defa Yeni Ahit’in ortaya attığı kavramlar olmadığı gibi, örneğin Müslüman gelenekte de ifadesini bulan Yecüc-Mecüc’ü salt Hıristiyan geleneği ile açıklamak da mümkün değildir. Bu kavramların tarihi çok eskilere gitmektedir. Kayıtlarda bu terimin Anadolu’da MÖ. 7. asırda yaşayan Lidya Kralı Gyges’e izafe edildiği, bazen Lidya Krallığı’nın Mecüc ülkesi olarak nitelendirildiği zikredilir…
Nûh Peygamber’in oğlu Yafes, babası Nûh Peygamberi çıplak vaziyette uyur bir hâlde görmüştür. Bu hâlde görmesine rağmen üstünü örtmediği için Nûh Peygamber’in bedduasını almıştır. Hz. Nûh’un bu bedduası nedeniyle Yafes’in soyundan olumsuz özelliklerle tasvîr edilen Ye’cüc ve Me’cüc kavmi türemiştir. (Özdemir 1986: 156-157)

“Daha önce Moğol adı verilen bu boyların, aşağı yukarı 2.000 sene önce, Türk boyları ile araları açılmış ve birbirlerine düşman olmuşlardı. Bu düşmanlık o kadar büyümüş ve inada dökülmüştü ki, birbirlerini ortadan kaldırmak için durmadan savaş ediyorlardı… Türk boyları, Moğollara karşı galip gelmişler ve onları öldürmüşlerdi.
Bu mağlup edilen boylardan, iki kadınla, iki erkekten başka bir kimse kalmamıştı. Bu iki ev halkı da (Türkler) gelir de bizi öldürür diye, sarp ve kayalık bir yere kaçıp, saklanmışlardı. Bu saklandıkları yerin etrafı, hep dağlar ve ormanlar ile örtülü imiş. Dimdik dağlarla çevrili olan bu yerin, girilip çıkılacak bir geçidinden başka bir yeri de yokmuş. Bu geçitten bile bin bir güçlük ve zorlukla girilip çıkılırmış. Dağların orta yeri ise, dümdüz ve çayırlık bir ova imiş. Bu ovanın adına da Ergenekon derlermiş.”
“Düşmanın kılıcından kurtularak sağ kalan bu iki kişinin adı
Negüz ve Kıyan idi. Onlar senelerce o güzel ova içinde yaşadılar ve yavaş yavaş soyları da çoğalmaya başladı. Birbirleriyle evlenmek yolu ile gittikçe çoğaldılar… artık bu dağ ve ormanlıklar içinde yaşayamaz hale gelmişlerdi. Dağlar arasındaki tek geçitten geçmek de yine çok zor idi. Hepsi bir araya gelip, bu dar geçitten nasıl geçeceklerini düşündüler ve kurtuluş için bir yol aradılar. Hemen bu geçitte bir demir madeni vardı. Bu madeni işletir ve onları eriterek, daima demir çıkarırlardı. Başka bir yol bulamayınca, bu demir kapıyı eritip oradan çıkmağa karar verdiler. Hepsi bir araya gelip, ormandan odunlar topladılar ve eşeklerle, yük yük kömürler getirdiler. Ayrıca da körükler yaptılar… En sonunda, ateşler yandı, körükler işledi ve geçit te eriyip parçalandı. Bu sırada pek çok da demir elde edilmişti. Tabii olarak yol da açılınca, içeride hapsolan halkın hepsi, dışarıya kolaylıkla çıkabildiler. Bu suretle bozkırlara yayılıp, her biri bir yerde yerleştiler.”
“Erdemli bir yaşa ki buradan bir insan evladı geçti gitti desinler”
Bilindiği gibi Araplar Cengiz Hanın Müslüman olması için çok uğraştılar.
Cengiz han Müslüman olsaydı koca Orta Asya kısa sürede Müslüman olacaktı.
Bu nedenle Cengiz hanı İslam”a davet için giden Araplar ile Cengiz Han’ın otağında şöyle bir konuşma geçer:
-Hanlar Hanı Cengiz Han, sizi İslam’a davet için geldik.
-İslam dediğiniz nedir?
-Yüce peygamberimiz Muhammed Mustafa aracılığıyla tüm insanlara tebliğ edilen dindir.
-Peygamber dediğiniz nedir?
-Yerlerin göklerin yaratıcısının yeryüzündeki seçilmiş temsilcisi.
-Olabilir.
“Tengri’nin buradaki temsilcisi de benim”.
-Ama size bir kitap indirilmedi.
Peygamberimize Kur’an indirildi.
-Kitabınızda ne yazıyor özetle?
Araplar ihlas suresini okurlar.
Cengiz han, surenin Türkçeye çevirisini ister.
-“De ki: O Allah, birdir.
Allah, hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.”
Bunun üzerine Cengiz Han bir kahkaha atar ve şöyle der:
-Siz bunları daha yeni mi öğreniyorsunuz?
Biz bin yıldan beri bilir ve uygularız.
Buyurun gidebilirsiniz der.
………….
Cengiz han atından indi. Bir caminin önünde durdu. Atın yularını caminin hocasina tutturdu ve sordu.
“-Bu ev kimin evi?”
Oradakiler cevap verdiler.
“-Bu Allah’ın evidir.”
Cengiz Han hiddetlendi:
“-Sizi putperestler!
Allah’ın evi kalbinizdir,
O’nu kalbinizden çıkarıp, ona koca koca evler yapmışsınız. Kalbinize ise pislikleri doldurmuşsunuz.
Sizi şuracıkta atımın ayakları altında ezerdim; fakat buna bile değmezsiniz!’
……..
“Eski Yazıtlardan Birinde Şöyle Yazar :
Kuzu dizlerinin üzerine çökerek annesini emer, karga yaşlı annesini besler; bunun adı “#saygılı davranmaktır.”
Horoz şafak vakti öter, yaban kazları her bahar kuzeye ve her sonbahar güneye uçar; bunun adı ”#söz tutmaktır.”
Yaban kazı ve yeşilbaşlı ördek eşini kaybettikten sonra ölene kadar yeni bir eş bulmak istemez. Bu ”#sadakat” olarak adlandırılır.
Bir geyik iyi bir otlağa rastladığında bütün grubu oraya davet eder ve paylaşır, karınca yemek gördüğünde bütün koloniyi oraya çağırır; bunun adı ”#adalettir.”
Eğer bir insan bu erdemlere sahip değilse, hayvandan beter bir halde yaşıyordur.
…….
Bir Türkmen duası da şöyledir:
“Tanrım, ilk önce dağa taşa ver.
Ormana, hayvanlara, suya ver.
Ondan sonra insanlara, kapı komşuya, muhtaç olana ver.
Kalırsa, en son bana ver….”
……
Bu zaman ve sistemde, nasıl bir insan nesli türedi ülkemizde, bilmiyorum. Milyonlarca canlı ile birlikte insana dair umutlarımız, geleceğe dair hayallerimiz de artık kül oldu…”
Prof Dr. Nazmi Avcı.
Abide-i Hürriyet diğer adıyla Hürriyet-i Ebediye Abidesi; 31 Mart Vakası’nda ölenlerin anısına Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde dikilmiş olan bir anıttır. Türkiye’de yapılmış ilk ulusal anıttır.

1909’da yapımına karar verilen anıt için Mimar Muzaffer Bey’in projesi seçilmiştir. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir cami olarak yapılmıştır. İkinci Meşrutiyet’in birinci yıl dönümünde, 23 Temmuz 1909 tarihinde yapılan İyd-i Millî kutlamaları sırasında temeli atılmıştır. 3. yıldönümü olan 23 Temmuz 1911’de ise Enver Bey’in hazır bulunduğu bir törenle açılmıştır. Anıtın yer aldığı alanda 31 Mart Vakası’nda ölen Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er defnedilmiştir. Sonraki yıllarda anıt ve çevresindeki alan, bazı 2. Meşrutiyet ile İttihat ve Terakki hareketi önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezarlığa dönüştürülmüştür.
Bu alana defnedilen diğer kişiler şöyledir (defin tarihleri sırasına göre):
Sadrazam Mahmut Şevket Pasa (1856-1913), birlikte şehit olan koruması Kazım Ağa ve Yaveri İbrahim Efendi.
Sadrazam Talat Paşa (1874-1921. Ölümü ve ilk defni: Berlin. Yeniden defni: 25 Şubat 1943)

Milletvekili (6. ve 7. Dönem) Atıf Kamcil
(1884-1947)
Sadrazam Mithat Paşa (1822-1884. Ölümü ve ilk defni: Taif, Suudi Arabistan. Yeniden defni: 26 Haziran 1951)

Milletvekili (1, 5, 6 ve 7. Dönem) Eyüp Sabri Akgöl (1884-1953)
Milletvekili (3.Dönem) Mithat Şükrü Bleda
(1874-1956)
Harbiye Nazırı Enver Paşa(1881-1922. Ölümü ve ilk defni: Çeğen, Tacikistan. Yeniden defni: 4 Ağustos 1996


‘’Korinth Sakinlerinden genç bir kız, tam evlilik yaşına gelmişken hastalanıp öldü. Gömüldükten sonra dadısı, kızcağızın hayattayken çok sevdiği ufak tefek eşyasını bir sepete topladı, götürdü mezarının üstüne koydu. Öyle açık havada uzun yıllar kalsın diye de üzerine bir kiremit kapadı. Tesadüf bu ya, sepet bir acanthus’un (*) tam köküne oturmuştu. Zamanla üstündeki ağırlık yüzünden ortası iyice ezilip büzülen acanthus kökü, bahara doğru yeşerdi, filizlendi. Filizler sepetin yanından uzayıp da üstteki kiremidin köşelerine takılınca kıvrılmaya, kıvrıldıkça da uçlarından helezonlar oluşturmaya başladı.
O sırada oradan mermer işçiliğindeki zarafeti ve titizliğinden ötürü Atinalıların Katateksitekhnos (kılı kırk yaran) lakabını verdikleri Kallimakhos geçiyordu ki, gözü mezara takıldı; üstündeki sepete ve çeperinde boy veren yapraklara, incecik dallara. Bu yepyeni ve çok hoş görüntüye hayran kalan Kallimakhos bunu Korinth sütunlarına uyarladı, orantısını kurdu ve o andan itibaren Korinth düzeninin mimarisinde geçerli olacak ilkeleri belirlemiş oldu.’’
(*) Acanthus Spinosus: Yapraklarının ana hatlarıyla Korinth sütun başlığının süslenmesine hayat veren bitki.
Kaynak: Vitrivius, ‘’Mimarlık Üzerine On Kitap

İlçeye adını veren Çine Çayı, mitolojideki Marsyas Efsanesi ’ne konu olmuş. Rivayete göre Tanrıça Athena, MÖ 4 binli yıllarda Büyük Menderes Çayı’nın kaynağındaki bir gölde yetişen sazlar üzerine delikler açarak ilk flütü icat eder. Buluşu ile gurur duyan Athena, tanrılar önünde icra etmek için bir ziyafete katılır. Şölende tanrılar, flüt çalarken yüzünün aldığı şekille alay edince Athena sinirlenir ve flütü lanetleyip atar. Bundan haberi olmayan çoban Marsyas kırlarda dolaşırken flütü bulur, üflemeye başlar ve sesine hayran kalır. Ünü kısa sürede Tanrı Apollon ‘a kadar ulaşır. Apollon da müziğe düşkündür ve lir çalmakta ustadır. Kimse onunla yarışmaya cesaret edemez.
Apollon, Marsyas’ın müzikteki şöhretini kıskanır ve onu herkesin önünde yarışmaya davet eder. Yarışma, Bozdağ’ın eteklerinde, Frigya Kralı Midas’ın başkanlığındaki üç kişilik bir jüri heyeti ve halkın önünde yapılır. Halk Marsyas’ı alkışlayıp, tempo tutar. Kral Midas, cezalandırılmaktan korkan jüriye karşın adil davranarak iki puan sayılan oyunu Marsyas’a verir ve berabere kalırlar. Buna çok sinirlenen Apollon, Marsyas’ı bir zeytin ağacına astırıp diri diri derisini yüzdürür. Marsyas’ın ölümüne üzülen kayaların ağlayarak Su çıkan kayalıklarını oluşturduğu söylenir.
Tabii ki hakem olan Kral Midas’ta bu öfkeden nasibini alacaktır ve Apollon tarafından daha iyi duyabilmesi için kulakları eşek kulaklarına çevrilir. Onları uzatır, içini dışını gri kıllarla doldurur; hatta onları yerinde duramaz yaparak, hareket gücü verir.
Louvre Müzesi’nden Apollon ve Marsyas Lahiti. MS 290-300 civarına tarihlenen bu Roma dönemi lahitinin sanatçısı bilinmiyor. Lahit İtalya’nın Toskana bölgesinde, 1853 yılında bulunmuş. Öykünün harika bir bütüncül anlatımı var burada. En solda kalkanı ile Athena duruyor, herhalde öykü onunla başladığı için. Daha sonra marsyas var, aulosuyla maharetini sergiliyor. Marsyas ve Apollon’un arasında kulak kabartmış bir mousa duruyor. Onun sağında Apollon sanki kıskançlık ve kızgınlıkla Marsyas’a bakarken sırasının gelmesini bekliyor. Apollon’un sağında bir mousa daha ve yerde uzanan -sanırım- Nehir Tanrısı yer alıyor. Üst tarafta oturan figürün Midas olma olasılığı var ama biraz şüpheli. Ne kulağı ne de giyesileri Midas olduğuna dair ipucu vermiyor. Zira Midas genelde büyük kulaklı ya da Phrigya giysileri ile belli edilir. En sağda da yarışmayı kaybeden Marsyas’ın derisi yüzülüyor.
Arkeogezi (Tuğçe Hn. dan Alıntı)
Antik Mısır uygarlığı Astronomi, Matematik, Tıp, Geometri gibi bilimlerle uğraşmıştır. Ancak Antik Mezopotamya uygarlıklarında da görüldüğü gibi Antik Mısır’da da bu uğraşlar bilimsel bir metodoloji çerçevesinde salt bilme ve anlama arzusuna dayalı olarak değil, mistik ve dini içerikli bir araştırma süreci olarak faaliyet görmüştü.
Antik Çağda Mısırlıları diğer Babil, Sümer, Akad gibi uygarlıklardan ayıran en önemli özellik onların tıp biliminde geldikleri noktanın diğerlerinden çok daha ileri olmasıydı. Mısırlılar astronomi ve matematik gibi bilimlerle de ilgilenmişlerdir. Ancak bu konularda Sümer ve Babil gibi uygarlıkların gerisinde kalmışlardır. Antik Mısır tıbbı, tıp tarihini anlamamız açısından oldukça önemlidir.
Tıbbın Antik Mısır’daki tarihi hakkında bilgileri papirüslere borçluyuz. Bize bu konuda bilgi veren Papirüsler:

-Ramesseum Papirüsü: M.Ö 2000’ler
-Edwin Smith Cerrahi: Pairüsü: M.Ö 1600’ler
-Ebers Papirüsü: M.Ö 1500’ler

-Hearts Papirüsü: M.Ö 1500’ler
-Kahun Papirüsü: Kadın hastalıkları ve veterinerlik hakkında 2 adetten oluşan papirüstür.
-Karlsberg Papirüsü: Göz hastalıkları ve doğumla ilgili papirüs.

Mısır mitolojisinde İdis Kuşu ile sembolize edilmiş olan bilimlerin ve yazının yaratıcı tanrısı Thoth’a adanmış 42 tane kitap mevcuttur. Bu kitapların son altısı tıp ile ilgilidir (1. kitap: anatomi, 2. kitap: hastalıklar, 3. kitap: tıp aletleri, 4. kitap: ilaçlar, 5. kitap: göz hastalıkları, 6. kitap: kadın hastalıkları). Bunun yanı sıra Mısır mitolojisindeki tanrıların arasında tıpla ilgili özel güçleri olan birçok tanrı mevcuttur.
Şahin ile sembolize edilen Horus, sağlık ve güneş tanrısıydı. Cüce olarak sembolize edilen Bes’in doğumu kolaylaştırıcı güçleri olduğuna inanılmaktaydı.
Söz konusu tanrıların yanı sıra Mısır’da tıbbın baş tanrısı olarak İmhotep kabul edilir. İmhotep, Antik Mısır’dan günümüze ulaşan tıpla ilgili yukarıda belirtilen papirüslerden daha eski bir tarihte yaşamıştır. M.Ö 2980’de Kral Zoser’in veziri, sarayın baş mimarı ve baş rahibiydi. Eski İmparatorlukta tıp ile ilgili bilgi veren kaynaklarda İmhotep’in hekimlik yaptığı hakkında bilgiler bulunmaz iken Mısır toplumu tarafından çok sevilmesi neticesinde Yeni İmparatorluk döneminde zamanla yüceltilmiş ve Yunan tıp tanrısı Asklepios ile özdeşleştirilmiştir. Grek ve Roma dönemlerinde İmhotep kültü iyice yaygınlaştı. Nil Nehrindeki Philaia adasında bulunan tapınaklara hastalar şifa bulmak amacıyla gelip İmhotep’e dua etmişlerdir.
Antik Mısır’da hastaların tedavisini üstlenen birbirinden farklı 3 tane sınıf vardır. Sekhmet rahipleri olarak bilinen sınıf tanrıça Sekhmet adına inşaa edilen tapınaklarda bazı hastalıkların tedavisi ve küçük cerrahi operasyonlar ile ilgileniyorlardı.
Büyücüler güzel sözleri ile hastalara iyileşeceklerine dair umut veriyorlardı. Nitekim Antik Mısır toplumunda hastalıklara vücuda giren kötü ruhların sebep olduğuna inanılıyordu. Bu kötü ruhlar müshil ve kusturucular ile vücuttan çıkarılmaya çalışıyordu.
Sinu sınıfı ise hastaların tedavisi için hayvan, bitki ve maden kaynaklı ilaçlar hazırlamakla görevlilerdi.
Antik Mısır’da hekimlik, bir hekimin yanında usta-çırak ilişkisine göre veya Per Anhk (Hayat Evi) denilen kurumlarda öğretilirdi. Ayrıca bu kurumlarda cerrahi eğitim de mevcuttu.
Antik Mısır sarayında yüksek mevkilerdeki görevlilerin kendilerine ait hekimleri mevcuttu. Devlet hizmetinde, tapınaklarda ve iş yerlerinde devlet tarafından görevlendirilmiş hekimler vardı. Bunun yanında rahip statüsünde hekimler de mevcuttu ve bunlar normal insanların vermeleri gereken bazı vergilerden muafdılar.
Hastalıkların aşırı beslenme, bayat yiyecekler, aşırı içki gibi nedenlerden olduğu düşünülür ve bu düşünceye Vehedu Kuramı denirdi. Vehedu, kalın bağırsak atıklarında bulunan ve iltihabi hastalıklara sebep açan maddenin ismiydi. Kalın bağırsakta biriken zararlı artıkların kana geçerek hastalıklara yol açtığı düşünülmekteydi. Sağlıklı olmanın şartlarından birinin bağırsaklardaki bu zararlı artıkların boşaltılması olduğuna inanılırdı. Gıda artıklarının vücut sıvıları arasında dengesizliğe yol açtığı gerekçesiyle kan alma, lavman yapma, dağlama, vantuz çekme gibi çeşitli yöntemlerle vücut sıvıları arasındaki dengenin sağlanması çalışılırdı.
Antik Mısırlılar hastalıkların teşhisinde de oldukça başarılıydı. Kalp, karaciğer, safra kesesi, karın boşluğu, ve göz hastalıkları başarılı bir şekilde ayırt edilirdi.
Tedavilerde kullanılan ilaçlar oldukça meşhurdu. Bu ilaçların ham maddelerinin bir kısmı Mısır’dan bir kısmı da Kızıldeniz’in güneyindeki uygarlıklardan temin ediliyordu. İlaçlar hayvansal, bitkisel ve madensel maddelerle hazırlanıyordu. İlaçların mantığı basitti. Toz halinde üretilip ekmek hamurunun, ve şarap, bira, süt gibi sıvıların içine karıştırılarak alınıyordu. Rektum hastalıkları için fitil ilaçlar da mevcuttu. Bütün bunlardan hareketle eczacılığın Antik Mısır’da oldukça gelişmiş olduğunu anlayabiliriz.
Antik Mısır’da üç tür tabip vardı. Büyücüler, rahipler ve doktorlar.
1.Büyücüler sadece kehanet, büyü ve ayinleri kullanırdı.
2.Rahipler tıbbi konularla ilgilenen Tanrı Thoth’dan yardım diler ve hastalığa Thoth’tan şifa gelmesi beklenirdi.
3.Doktorlar ilaç ve ameliyat ile tedavi ediyordu.
Birçok Hastalık Tedavi Ediliyordu;
Tedavilerde kullanılan ilaçlar oldukça meşhurdu. Bu ilaçların ham maddelerinin bir kısmı Mısır’dan bir kısmı da Kızıldeniz’in güneyindeki uygarlıklardan temin ediliyordu. İlaçlar hayvansal, bitkisel ve madensel maddelerle hazırlanıyordu. İlaçların mantığı basitti. Toz halinde üretilip ekmek hamurunun, ve şarap, bira, süt gibi sıvıların içine karıştırılarak alınıyordu. Rektum hastalıkları için fitil ilaçlar da mevcuttu. Bütün bunlardan hareketle eczacılığın Antik Mısır’da oldukça gelişmiş olduğunu anlayabiliriz.
Ebers Papirüsünde 328 farklı ilaç türünden bahsedilmektedir.
Birçok bitki ve ot ilaç malzemesi olarak kullanılmıştır. Bal, bakırtaşı, kül, sodyum karbonat, soda kullandılar.
İlaçlarda hayvansal ürünler çok kullanılmıştır. Özellikle hayvansal yağlar birçok ilacın harcında bulunurdu.
Bazı ilaçlar, hayvanların mistik özellikleriyle ilişkili olarak hazırlanırdı. Mesela, karganın siyah olması nedeniyle karga kanı saç tedavisinde kullanıldı.
Ağrı kesici olarak günümüzde hala ilaçlarda kullanılan haşhaş kullanılırdı. Müshil ve kabızlık ilaçları olarak incir, mide için de nane gibi önerilerle dolu reçeteler bulunmuştur.
İlginç Yöntemler
Hamileliği idrar ve tohum ile test ediyorlardı. Kadının idrarıyla sulanan tohumların büyümesi hamile olduğu anlamına geliyordu. Arpa tohumunun büyümesi bir erkek çocuk olduğuna, gernik buğdayının büyümesi de bir kız çocuğuna hamile olduğunu gösteriyordu.

Bir kemik kırıldığında yumurta ve bal gibi kuvvetli yapıştırıcı olan maddelerle ve kırık tahtalarıyla sabitlenerek iyileştiriliyordu. Mumyalarda yapılan incelemelere göre kırıkları ve çatlakları çok iyi bir şekilde iyileştirdiklerini söyleyebiliriz.
Tarihteki ilk protez Mısır’a aitti. Bir kadına yapılan tahta ayak parmağı protezi günümüze kadar gelmeyi başardı.
Estetik yara dikiminde başarılıydılar. Smith Papirüsüne göre keten iplikler ve bakır iğnelerle dikiş atılıyordu. Ama çoğunlukla dikiş yerine yarayı yapıştırarak kapatmayı tercih ediyorlardı.
En doğal ağrı kesicilere sahiptiler. Balı antiseptik olarak kullandılar.
Dişlerdeki çürüklerin ve kırıkların enfeksiyona sebep olmasından ötürü diş tedavisinde de ilerlemişlerdi. Diş yüzünden ölüm bile olduğu için diş dolgusu yapıyorlardı. Ebers Papirüsüne göre dolgular tütsü, reçine, kimyon ve birkaç meyvenin karıştırılıp oluşturuluyordu. Bazen bal ve tahıl ile dolgu yapılıyor bazen de keten kumaşla oyuk diş dolduruluyordu.
Ameliyatlarda anestezi niyetine hastalara ya alkol ya da kendi karışımları olan sakinleştiricilerden veriliyordu. Bu sakinleştirici adam otu ya da haşhaştan oluşuyordu.
Tuğçe Hanımın Tarihin Gizemine Yolculuk grubundaki paylaşımından alıntıdır.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının başlangıcı 378’de Gotlarla yapılan savaşa dayanıyor. Bu savaşın sebebi ise mülteci kriziydi. 3 Ağustos 378’de günümüzde Edirne’de bulunan Adrianopolis şehrinde büyük bir savaş yaşandı.Aziz Ambrose bu savaştan “Tüm insanlığın sonu, dünyanın sonu!” Şeklinde bahsetmiştir. Kısaca Valens olarak bilinen Doğu Roma imparatoru Flavius Julius Valens Augustus kendi birliklerini, Fritigern tarafından yönetilen ve Romalıların “barbar” olarak adlandırdıklarıbir Cermen topluluğu olan Gotlarla karşı karşıya getirdi. Yeğeninin, yani Batı Roma imparatoru Gratian’ın, askeri yardımlarını beklemeden hareket eden Valens, 40.000 askerle savaşa girdi. Fritigern yönetimindeki Gotlar ise 100.000 kişiydi. Sonuç tam bir katliamdı 30.000 Roma askeri yaşamını yitirdi ve imparatorluk yenilgiye uğradı. Bu mağlubiyeti pek çokları takip edecekti; bu savaş Batı Roma İmparatorluğu’nun 476 yılındaki çöküşünün başlangıcı olarak kabul edilir.Savaşın yapıldığı dönemde Roma İmparatorluğu toprakları 600 milyon hektarlık bir alana yayılmıştı. Nüfusu ise 55 milyonun üzerindeydi. Adrianopolis yenilgisi, Valens’in inatçılığı, güce susamışlığı ya da rakibinin gücünü hafife alması yüzünden yaşanmamıştı.

Roma İmparatorluğu tarihindeki en önemli mağlubiyet sayılabilecek bu yenilginin altında bambaşka bir sebep yatıyordu: mülteci krizi. İki yıl önce Gotlar, sığınabilecekleri bir yer bulmak için Roma topraklarına girmişti. Mültecilere karşı yapılan kötü davranışlar, bir olaylar zinciri başlatarak, insanlık tarihinde bilinen en büyük politik ve askeri güçlerden birinin yıkılmasına sebep oldu. Bugün Avrupa’da yaşananlarla büyük benzerlikler taşıyan bu olaylar tarihten ders çıkarılması gerektiğinibir kez daha gözler önüne seriyor. Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus’a göre, 376’da Hunlardan kaçan Gotlar, Doğu Avrupa’daki topraklarını terk ederek güneye göç etmek zorunda kaldılar. Marcellinus’un deyimiyle bu, “benzeri görülmemiş acımasızlıkta bir yarıştı.”Hunlar, “Ulu dağlardan, sanki dünyanın merkezindeki gizli yerlerinden kalkmışlar gibi, bir kasırga gibi indiler ve önlerine çıkan her şeyi yağmalıyor, yakıp yıkıyorlardı.” Korkunç bir katliam yaşandı. Gotların çoğu, tıpkı bugünkü Suriyeliler ve diğerleri gibi kaçmaya karar verdi.Trakya’ya, Tuna Nehri kıyılarına yerleşmenin en iyi çözüm olduğuna karar verdiler; buradaki topraklar verimliydi ve nehir de Hunlara karşı bir savunma sağlayacaktı ancak burası sahipsiz bir arazi değildi; Valens’in yönetimindeki Roma İmparatorluğu’na aitti. Bu nedenle Gotların önderi Fritigern, Roma İmparatorluğu tebaası olarak kabul edilmelerini istedi. Gotlar hiçbir sorun çıkarmayacak ve gerekli olduğunda Roma ordusuna yedek birlikler göndereceklerdi. Roma’nın bu anlaşmada çıkarları büyüktü.Gotların yerleşmek istedikleri toprakların işlenmesi gerekiyordu, ayrıca imparatorluğun her zaman daha fazla askere ihtiyacı vardı. Valens’ten bahsederken Marcellinus, “Kendi insanlarıyla bu yabancıların güçlerini birleştirirse kesinlikle yenilmez bir ordusu olabilirdi” diyor.Fritigern, Valens’e minnettarlığının bir göstergesi olarak, Hristiyan oldu. Her şey nispeten olaysız başladı. Romalılar, günümüz arama kurtarma çalışmalarına benzer bir çalışmaya giriştiler. “Tek bir kişi bile geride bırakılmamıştı.” Diyor Marcellinus”Ölümcül hastalığa tutulmuş olanlar bile terk edilmemişti.” Gotlar “Gemilerle, sallarla veya ağaç gövdelerinden oydukları kanolarla ardı arkası kesilmeden, gece gündüz nehri geçiyordu.” Marcellinus bu süreçten “Teknenin içinde gereğinden fazla insan olduğu için birçoğu boğuldu. https://t.co/78uecYghlwKarşıya yüzerek geçmeye çalıştılar ama tüm çabalarına rağmen akıntıya kapıldılar.” Şeklinde bahseder. Bu beklenmedik, öncülü görülmemiş büyüklükte bir mülteci akınıydı (bazı kaynaklar gelen Gotların sayısını 200.000 kişiye yakın olarak verir).Gotların göçünden sorumlu yöneticiler, mültecilerin sayısını hesaplamaya çalışıp bunun imkansız olduğuna karar verdiler. Geleneksel olarak Romalıların “barbarlara” karşı tutumları, zorba olsa da sağduyuluydu. Topluluklar, kendilerinin ne istediği göz önünde bulundurulmadan, genellikle imparatorluğun onlara en çok ihtiyaç duyduğu yerlere gönderiliyordu ancak, yabancıları eninde sonunda vatandaş haline dönüştüren yoğun bir asimilasyon politikası da güdülüyordu. Göçmenlerin soyundan gelen kişiler, sıklıkla orduda ya da yönetimde üst kademelere çıkabiliyordu. İmparatorluğu diğer toplulukların saldırılarından korumanın çözümü basitti: onları imparatorluğa kabul et ve Romalıya dönüştür ama zamanla her şey değişti.Gotlara yardım dağıtmaktan sorumlu olan askeri yetkililer ahlaksızdı ve mülteciler için gönderilen yardımlardan çıkar sağlıyorlardı. Açlık çeken Gotlar, Romalılardan köpek eti satın almak zorunda kalıyordu. Marcellinus’un bu konuda en ufak bir şüphesi bile yok:”Bunların tehlikeli aç gözlülükleri, hepimizin (Romalıların) yıkımının sebebiydi.” Kötü muamele görmüş Gotlarla Romalıların arasındaki güven Adrianopolis savaşından önce birkaç kez bozulmuştu; sonunda Gotlar, Romalı olmak istemeyi bırakıp Roma’yı yok etmeyi istemeye başladılar.İki yıldan daha kısa bir süre sonra, Marcellinus şöyle diyor, “Gözleri öfkeyle yanan barbarlar, insanlarımızı kovalamaya başladı.” Sonra da imparatorluğu devirdiler.
Kaynak: Arkeofili Yazarı – Aysel Arslan

Milyon Taşı, İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında bulunan bir taştır. Bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden yanından geçtiği bu taş, tarihi bir özellik taşıyor. Milyon Taşı, İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında bulunan bir taştır. Bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden yanından geçtiği bu taş, tarihi bir özellik taşıyor. 4. yüzyılda Roma İmparatoru I. Konstantinus tarafından dikildiği kabul edilen taş, İstanbul’a ulaşan Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktasıdır.

Milyon Taşı, Roma kültüründe önemli bir tarz olan tetrapylon (dört sütun, dört kapı ve bir kubbeden oluşan dikdörtgen yapı) şeklinde yapılmıştır. Yapıldığı dönemde kubbesinde kabartmalar ve heykeller bulunsa da zamanla tarihi taşın bir kısmı yıkılmıştır. 1884 yılına kadar sıfır meridyeninin Milyon Taşının bulunduğu İstanbul’dan geçtiği kabul edilirdi. Dolayısıyla dünyada birçok ülke saatlerini İstanbul’a göre ayarlardı. Hatta haritalar bu nokta esas alınarak hazırlanır ve yönler buraya göre bulunurdu. 1884’te Washington’da düzenlenen Uluslararası Meridyen Kongresi’nde başlangıç meridyeninin konumu İstanbul’dan Greenwich’e taşınmıştır.


Dünyadaki bazı şehirlerin Milyon Taşına uzaklıkları:
Lefkoşa – 1846 km
Bakü – 1756 km
Moskova – 1757 km
Mekke – 2407 km
Berlin – 1740 km
Amsterdam – 2214 km
Tahran – 2040 km
Roma – 1377 km
Paris – 2258 km
Şam – 1488 km
Tokyo – 8954 km
Londra – 2502 km