BITCOIN NEDİR

BITCOIN NEDİR❓
(Dijital kripto para)



Bir köy yakınında çok sayıda maymun yaşıyormuş. Bir gün köye bu maymunları satın almak için bir tüccar gelir.

Tüccar maymunun tanesini 100 USD’a satın alacağını ilan eder.

Köylüler adamın deli olduğunu düşünür.
Akıllı birinin başıboş maymunların tanesine 100 USD ödemiyeceğini düşünürler.

Buna rağmen bir kaç köylü bir kaç maymun yakalayıp tüccara verir ve maymun başına 100 USD alır.

Bu haber kısa zamanda yangın gibi yayılır ve halk maymunları yakalayıp tüccara satar.

Bir kaç gün sonra tüccar maymunun tanesini 200 USD’a alacağını ilan eder. Tembel köylüler kalan maymunları yakalamak için koşuşturur
Yakaladıkları maymunların adedini 200 USD’dan satarlar.

Daha sonra tüccar maymunların tanesini 500 USD’a alacağını duyurur. Köylülerin uykusu kaçar. Kalan 6-7 maymunu yakalayıp maymun başına 500 USD’ı alırlar.

Köylüler merak içinde yeni duyuruyu beklemektedir. Tüccar bir hafta için evine gideceğini ve dönüşte maymunun adedini 1000 USD’a alacağını duyurur. Yerine bir eleman bırakacağını söyler.
Köylüler çok üzgündür. Çünkü ortalıkta 1000 USD’a satacakları maymun kalmamıştır.

Tüccarın bıraktığı eleman köylülere elindeki maymunları gizlice tanesi 700 USD’dan satabileceğini söyler.

Haber yangın gibi yayılır. Tüccar maymunun tanesini 1000 USD’a alacağına göre, maymun başına 300 USD kâr vardır.

Ertesi gün tüm köylüler maymun kafesi önünde kuyruk olurlar. Tüccarın adamı maymunların hepsini adedi 700 USD’dan satar. Zenginler topluca maymun satın alır.

Fakir köylüler ise maymun alabilmek için tefeciden borç para alırlar.

Köylüler maymunlarına iyi bakarak tüccarın dönüşünü bekler.

Fakat kimse gelmez.

Köylüler tüccarın yardımcısına koşar. Fakat o da tüymüştür.

Köylüler hiç bir işe yaramayan, kimseye satamayacakları başıboş maymunların tanesine 700 USD ödediklerini anlarlar.

Bitcoinde günümüzdeki maymun ticareti işidir.
Bu ticaret bir çok insanı batırırken, bir kaç kişiyi zengin edecektir.

KRİPTO, DİJİTAL PARA: Aptalın elindeki gerçek parayı alarak, yüksek kar vaadiyle ahmaklara hayal satmaktır. Bu aç gözlülük varken memleketin ahmağı da tosuncuğu da bitmez.
 
Sistem böyle işlemektedir. 

Alıntıdır

Orhun Yazıtı Bilge Kağan

Bilge Kağan Yazıtı, Orhun Irmağı yakınları, Moğolistan..

Şöyle diyor:

  1. Tengri (yaratan) Tektir.
  2. Her kim ki Tengri’den kut almak dilerse, başkasına yakarmasın.
  3. Bir İl, bir Kağan, bir Tengri
  4. Bir kına iki kılıç girmez. Bir hatun iki er alamaz ve bir budunda iki töre olmaz. Töre tektir. Töre kesin ve keskindir. Kim ki töreye uya kutlanır. Kim ki töreye. Kıya katlanır
  5. Kimse töreden üstün değildir. Dirlik ve birlik için töre budur.
  6. Bir çoban sürüsünden, bir er ailesinden, bir Kağan budunundan sorulur.
  7. Her er eşine, atına, pusatına sahip çıkacak.
  8. Ana babaya ve ataya tazim durulacak.
  9. Hısmına sarılacak, komşusunu gözetecek.
  10. Er kişi yalan söylemeyecek.
  11. Mal çalan, mülk çalan misliyle ödeyecek. Hesabı ya malıyla ya canıyla sorulacak.
  12. Kim ki bir ırza musallat olursa, canından olacak.
  13. Her kim olursa olsun haksız, aldatıcı iş tutarsa hesabı hemen sorulacak.
  14. Cenkten beri duran ya da kaçan tamuya(cehennem) uçacak.
  15. Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek.
  16. Baş kaldıranın başı alınacak, hak isteyenin hakkı verilecek.
  17. Kimse kimseye üstünlük taslamayacak. Ne ak etin karadan, ne karanın kızıldan, ne kızılın sarıdan farkı olmayacak.
  18. Kin ve gururdan uzak olunacak.
  19. Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak.
  20. Zayıfa, yaralıya, çocuğa ve kadına el kaldırılmayacak.
  21. Kızı isteyen kağan da olsa, bey de olsa kız istediğine verilecek.
  22. Gereksiz yere ağaç kesmeyeceksin, suyu kirletmeyeceksin.
  23. Bilmeyip de bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın.
  24. Bugünün işini yarına bırakmayacaksın.
  25. Kusur görmeyecek, kusur
    aramayacaksın.
  26. Güçlüyken affet, zayıfken sabret.
  27. Yazgına asi olma.
  28. Yaptığın iyiliği unut, yapılan iyiliği unutma.
  29. Herkes adaletle iş görecek.
  30. Her ne edersen et, yargılanacağını her daim akılda tut.
  31. Milletine yaban kalma. İpeğin iyisine, sözün güzeline kanma, onlara boyanma.
  32. Kağan odur ki adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa İl yok olur. İl olmazsa budun kul olur.
  33. Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin !!!
    ” Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir.

Cengiz Han’ın İslâm’a Daveti

“Erdemli bir yaşa ki buradan bir insan evladı geçti gitti desinler”

Bilindiği gibi Araplar Cengiz Hanın Müslüman olması için çok uğraştılar.
Cengiz han Müslüman olsaydı koca Orta Asya kısa sürede Müslüman olacaktı.
Bu nedenle Cengiz hanı İslam”a davet için giden Araplar ile Cengiz Han’ın otağında şöyle bir konuşma geçer:

-Hanlar Hanı Cengiz Han, sizi İslam’a davet için geldik.
-İslam dediğiniz nedir?
-Yüce peygamberimiz Muhammed Mustafa aracılığıyla tüm insanlara tebliğ edilen dindir.
-Peygamber dediğiniz nedir?

-Yerlerin göklerin yaratıcısının yeryüzündeki seçilmiş temsilcisi.

-Olabilir.
“Tengri’nin buradaki temsilcisi de benim”.

-Ama size bir kitap indirilmedi.
Peygamberimize Kur’an indirildi.

-Kitabınızda ne yazıyor özetle?
Araplar ihlas suresini okurlar.
Cengiz han, surenin Türkçeye çevirisini ister.

-“De ki: O Allah, birdir.
Allah, hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.”

Bunun üzerine Cengiz Han bir kahkaha atar ve şöyle der:
-Siz bunları daha yeni mi öğreniyorsunuz?
Biz bin yıldan beri bilir ve uygularız.
Buyurun gidebilirsiniz der.
………….
Cengiz han atından indi. Bir caminin önünde durdu. Atın yularını caminin hocasina tutturdu ve sordu.

“-Bu ev kimin evi?”
Oradakiler cevap verdiler.

“-Bu Allah’ın evidir.”

Cengiz Han hiddetlendi:

“-Sizi putperestler!
Allah’ın evi kalbinizdir,
O’nu kalbinizden çıkarıp, ona koca koca evler yapmışsınız. Kalbinize ise pislikleri doldurmuşsunuz.

Sizi şuracıkta atımın ayakları altında ezerdim; fakat buna bile değmezsiniz!’
……..

“Eski Yazıtlardan Birinde Şöyle Yazar :

Kuzu dizlerinin üzerine çökerek annesini emer, karga yaşlı annesini besler; bunun adı “#saygılı davranmaktır.”

Horoz şafak vakti öter, yaban kazları her bahar kuzeye ve her sonbahar güneye uçar; bunun adı ”#söz tutmaktır.”

Yaban kazı ve yeşilbaşlı ördek eşini kaybettikten sonra ölene kadar yeni bir eş bulmak istemez. Bu ”#sadakat” olarak adlandırılır.

Bir geyik iyi bir otlağa rastladığında bütün grubu oraya davet eder ve paylaşır, karınca yemek gördüğünde bütün koloniyi oraya çağırır; bunun adı ”#adalettir.”

Eğer bir insan bu erdemlere sahip değilse, hayvandan beter bir halde yaşıyordur.
…….

Bir Türkmen duası da şöyledir:
“Tanrım, ilk önce dağa taşa ver.
Ormana, hayvanlara, suya ver.
Ondan sonra insanlara, kapı komşuya, muhtaç olana ver.
Kalırsa, en son bana ver….”
……
Bu zaman ve sistemde, nasıl bir insan nesli türedi ülkemizde, bilmiyorum. Milyonlarca canlı ile birlikte insana dair umutlarımız, geleceğe dair hayallerimiz de artık kül oldu…”
Prof Dr. Nazmi Avcı.

BİR İNSANLIK ÖYKÜSÜ

(Türk sinemasının kötü adamı)

Sinema sanatçısı Hüseyin Baradan , eşi Hayriye Baradan ile Yunan Adaları’na gemiyle çıktığı gezide , büyük bir acı yaşadı…

Gemi Girit’e yaklaşırken eşini kaybetti , yapayalnızdı…

İşte o an kendi deyimiyle karşısında bir ” melek ” buldu…

” Melek ” , Girit’te bir seyahat acentasının sahibi Manolis Gavrilakis’ti…

Gavrilakis , İlk kez gördüğü bu Türk’ün acısına ortak oldu , sıkıntılarını paylaştı… ” Annem ” dediği Hayriye Baradan’ın cenazesinin İzmir’e çok kısa bir süre içinde gelmesini sağladı…

” Kurban Bayramı’nda , 45 yıllık eşim Hayriye Baradan’la uzun süredir görmeyi düşlediğimiz Yunan Adaları’na gideceğimiz için çok mutluyduk ” diye söze başladı

Hüseyin Baradan…

Günlerdir sadece çok yakınlarının bildiği bir sırrı açıklamadan önce derin bir soluk aldı , ” o acı günlere dönmek canımı acıtıyor ama artık yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum ” dedi ve başladı anlatmaya…

” Kurban Bayramı’nda Yunan Adaları’na düzenlenen bir geziye eşimle birlikte iştirak ettik… Gezi Kuşadası’ndan başlayacak , Mikonos , Rodos , Girit ve Santorini Adaları’nı kapsayacaktı. Gemimiz ” Odesus ” mükemmeldi…

Gemi kaptanı , 10 yaşına kadar Türkiye’de yaşamış bir Rum çocuğuydu . Gemide Türkler de vardı… Hatta Batı Dersaneleri’nin sahibi de eşiyle birlikte gemideydi…

Rodos’a geldiğimizde, özel bir gündü…

Eşime ” dolaşmaya çıkalım mı” dedim… ” Kendimi iyi hissetmiyorum , ben gemide dinleneceğim . Sen gez gel ” dedi bana…

Dışarı çıktım ama her yer kapalıydı . Açıkçası eşim yanımda olmadan pek keyif alamadım… Kısa sürede döndüm gemiye… Girit’e doğru yola çıktık…

Akşam yemeğinde yine dostlarımızla birlikte eğlendik… Saat 09.30 sıralarında gemi sallanmaya başladı . Eşim tedirgin oldu , ” Hüseyin ben kamarada dinleneceğim ” dedi.

Ben de onu yalnız bırakmak istemedim.

Odamıza çekildik… Bu arada, eşim ” ben fena oluyorum ” deyince telefonla doktoru çağırdım.. İnanmazsınız ama, bir ambulansta bile olmayacak sıhhi teçhizatla, bir doktor ve iki hemşire iki dakika içinde kamaraya girdiler.

Hemen eşime müdahale ettiler… Tansiyonunu ölçtükleri sırada , ” Hüseyin, ben ölüyorum ” dedi ve gitti…

O doktorların gayretini yaşamayan bilemez . Ama sonuçsuz kaldı…

Donup kaldım… Beni dışarı aldılar . Gemi personeli benim için seferber oldu . Girit’e geldik , gemi kaptanı , iki hemşire ve ben karakola , ifade vermeye gittik.

Gemi iki saat sonra kalkacak… Bize iştirak eden rehberler de ” ihtiyacınız olur “, diyerek 500 dolar bırakıp gittiler… Girit Adası’nda yapayalnız bir adamım . Param kısıtlı… Beni morga götürdüler , polis ifademi aldı.

Perişan bir haldeyim . Karakolda genç bir adam var… Birden, ” Ben size yardım etmek istiyorum ” dedi , ” Ben Comodor Seyahat Şirketi’nin sahibi Manolis Gavrilakis…”

Kendisine ” Çok teşekkür ederim ” dedim…

” Bakın çok yorgunsunuz . Ben şimdi sizi bir otele götüreceğim . Biraz dinlenin ” dedi…

Peki deyip çıktık,

” Astoria ” diye 5 yıldızlı bir otel… Orada sıkıntılıydım , yerimde duramadım… Az sonra Manolis eşiyle birlikte geldi . Yarı İngilizce , yarı Rumca anlaştık..

Sohbetimiz sırasında , kendisine ” Manolis , benim vizem yok , gemi de gitti ben şimdi ne yapacağım ” diye sordum…

” Sen bunu hiç düşünme . Ver bana pasaportunu , için rahat olsun…” diye yanıtladı sorumu…

” Manolis ne yapmam gerekiyor ” diye tekrar sordum…

” Beni dinler misin ” dedi ” Sen şimdi buradan git… Hayriye Anneyi bana teslim et..”

Bir an şaşırdım.. ” Hüseyin ilk kez gördüğün bir adama nasıl güvenirsin ? ” diye kendi kendime konuşurken , ondan bir teklif daha geldi:

” Ben size bir şey sormak istiyorum… Sizde çok kıymet verilen kendinden büyük insana ne denir ?..”

” Ağabey ” dedim..

” Müsaade edersen ben size ağabey diyeceğim . Buyurun yazıhaneme gidelim ” dedi.

Yazıhane çok güzel bir yerde… Ben ağlıyorum , ama onun nişanlısı benden fazla gözyaşı döküyor . Şaşkın bir haldeyim..

Manolis , ” Ağabey ” dedi , ” Ben her şeyi ayarladım .Şimdi sen buradan uçağa bineceksin , Atina’ya gideceksin… Havaalanında seni bir araba karşılayacak . Şoförün elinde, isminin yazdığı bir levha göreceksin

Otelde 134 no lu odada kalacaksın.

Şoför ertesi sabah seni otelden alacak , Atina Havaalanına gideceksin.. Oradan Türk Hava Yolları’nın 10.45 sefer sayılı uçağına bineceksin . İstanbul’a vardığında 14.35’te kalkan İzmir uçağına bineceksin…”

Bunları söyledikten sonra , yazıhanesinin bir köşesinde bulunan ” ikonu ” bana uzattı ve ekledi:

” Ağabey sen Müslümansın . İnanmayabilirsin ama al çantana koy . Bu seni rahatlatır…”

Aldım ikonu , çantama koydum.

Haydi şimdi havaalanına gidiyoruz ” dedi..

Peki dedim , ” Eşimin cenazesi nasıl gelecek ?..”

” Sen onu düşünme ” diye yanıtladı sorumu ve devam etti: ” Anne bana emanet… Bu işler biraz fazla sürer , ama sakın merak etme… En kısa zamanda anneyi İzmir’e göndereceğim…”

Arabasına bindik , elinde bir paket , yolluk hazırlamış , suyundan ekmeğine varıncaya kadar her şey var… Çekindiğimi anlayınca , ısrar etti :

” Bak bu saate kadar hiçbir şey yemedin… Bunları mutlaka ye..”

Bir de ilaç verdi , ” bunu da 6 saatte bir içersiniz . Sizi rahatlatır…”

Manolis ve eşi uçak kalkıncaya kadar bekledi . Beni uğurladılar. Uçakta yalnız kalınca ” 45 yıllık karını ellerin elinde nasıl bıraktın ” diye başladım içten içe ağlamaya…

Atina’ya geldik . Kapıda bir Mercedes , yanında bir şoför , elinde ” Mr. Baradan ” yazılı bir levha… Dediği otele girer girmez telefonum olduğunu anons ettiler , danışmaya gittim…

” Abi ben Manolis , rahat geldin mi.. Ağlama bak , sakın ola ki otelde yememezlik içmemezlik etme… Saatte bir arayacağım seni… İlacını içtin mi ? “

Gece yatmadan önce , saat 01.00’de bir telefon daha… ” Abi hapı içersen sakın içki içme…”

Ertesi sabah 09.00’da araba geldi… Beni aldı , Atina Havaalanına vardık . İçeri girer girmez , yine telefon anonsu..

” Alo abi ben Manolis , nasılsın , iyi misin . Hiç üzülme , anneye otopsi yapıldı en yakın zamanda göndereceğiz..”

Bu arada Hüseyin Aslan , Hakan Tartan , Dışişleri Bakanlığı devreye girmiş.. Hakikaten bürokrasi uzun iş… Geldik İstanbul’a…

Havaalanına iner inmez , ” Sayın Hüseyin Baradan , danışmaya gelmeniz rica olunur ” diye bir anons… Gittim yine Manolis…

” Abi Manolis , geldin değil mi , şimdi rahatladım oh… İlacını içtin mi…”

Bu arada iki kez Hüseyin Aslan’ı üç kez de oğlumu aramış ” merak etmeyin baba az sonra uçakla geliyor” diye…

İzmir’e gelince beni Ege Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan ile İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina karşıladı….

Büroya gelince , Manolis’i aradım… Bana söylediği tek şey ; ” Anneyi düşünme , cenaze pazar günü geliyor ” oldu.

Pazar günü cenazeyi almaya gittiğimizde şaşkınlıktan dona kaldık… Manolis cenazeyi gelin gibi süslemişti . Gözyaşlarımı tutamadım…

Ertesi gün Hocazade Camii’nde yapılan dini törenden sonra Hayriyemi toprağa verdik… Onca kalabalığa karşın beni en çok duygulandıran, tam tören saatinde Manolis’in cep telefonundan araması oldu:

” Abi üzülme sakın ha, ağlamayasın… Çok kalabalık var değil mi ?.. İnsanın sevilmesi kadar güzel bir şey yok . Ben her zaman yanındayım artık..”

Eşimi defnettikten sonra Manolis’i aradım telefonla… ” Sevgili dostum… En acı günümde yanımda oldun… Söyle bana , senin için ne yapabilirim ? “

Tek bir şey söyledi Manolis , ” Bunları düşünme , beni kardeşinin yerine koy bu bana yeter . Ama ille de bir şey yapmak istiyorsan , İzmir’in methini çok duydum , hele Kordon’u pek güzelmiş… İkinci balayımı İzmir’de geçireceğim. Bana rakıyla balık ısmarlarsın , ödeşiriz…”

Gördüğün gibi Hürolcuğum ; yardımseverlik , ne dil , ne din , ne ırk hiçbir şey dinlemiyor . İnsanlık başka bir olay… Biliyor musun , oradan buraya cenaze masrafları 6000 dolar… Uçak , yol , otel paraları bunun dışında… Söyle Allah aşkına , böyle bir iyiliği bugün kim yapar ?…

Bu yaşadıklarımdan sonra , Yunan Başkonsolosluğu’na , Yunan Konsolosluğu’na , Yunan Dışişleri Bakanlığına , Kültür Bakanlığı’na , Girit Valisi’ne , Girit Belediye Başkanı’na birer mektup yazdım .

Dedim ki :

” Sizin işte böyle bir vatandaşınız var , onunla gurur duyun…”

Acıyla dostluğu bir arada yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hürol… İşte ben bunu ilk kez gördüğüm bir insanla o kadar yoğun yaşadım ki…

İnsanlığını kaybetmiş bu kadar kötünün içinde yaşarken , böyle şeyler bana çok ama çok ağır geliyor..!

Halikarnas Balıkçısı

Doğum17 Nisan 1890 Girit Yunanistan
Ölüm13 Ekim 1973 İzmir
KardeşleriFahrelnisa Zeid, Aliye Berger, Ayşe Erner, Suat Şakir Kabaağaç, Hakkiye Hanım.
EbeveynleriSare İsmet Hanım, Mehmet Şakir Paşa
Cevat Şakir Kabaağaçlı

1890 – 1973

Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. 1890’da Girit’te doğdu. 13 Ekim 1973’te İzmir’de yaşamını yitirdi. Yazılarında, çok sevdiği Bodrum’un antik çağlardaki ismi olan Halikarnasos’tan esinlenerek Halikarnas Balıkçısı takma adını kullandı. Osmanlı Padişahı Abdülhamit döneminin devlet adamlarından tarihçi Şakir Paşa’nın oğlu. Çocukluğu babasının görevi nedeniyle bulundukları Atina’da geçti. İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi’nde, ortaöğrenimini Robert Kolej’de tamamladı. İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi’nde dört yıl Yakın Çağlar Tarihi okudu, üniversiteyi orada bitirdi.

İstanbul’a dönünce Diken, Resimli Gazete, Resimli Ay, İnci gibi dergilerde yazılar yazdı, kapak resimleri ve süslemeler yaptı, karikatürler çizdi. Çizgi romanlar yaptı.

İlk öyküleri 1920’li yılardan başlayarak yayınlandı. Cumhuriyet’in ilanından sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden 3 yıl kalebentliğe mahkum edildi ve Bodrum’a sürüldü. 1.5 yıl Bodrum’da kaldı. Cezasının son yarısını İstanbul’da geçirdi. Yeniden yürekten bağlandığı Bodrum’a döndü. 1947’den itibaren çocuklarının eğitimi için İzmir’e yerleşti. Ölümünden sonra da kendi eseri olan Bodrum’a gömüldü. Mezarı Bodrum’da.

BALIKÇININ KENDİ KALEMİNDEN ÖZGEÇMİŞİ

1890 yılında ada Türk iken Girit’te doğdum. Babam, Türkiye’nin Atina Sefiri oldu. Falerin’da ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon’un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı alemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım. Yazı öğrenmeden önce, sabahtan akşama kadar resim yapardım. sonra Büyükada’da oturduk. Altı yaşında oradaki mahalle mektebinde okuma yazma öğrendim. 10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej’ e gönderildim. Sabah, öğlen, akşam ve yatmadan önce dua ediyorduk. Ben İsrail’in boyuna, Cerikaya, öteye beriye taşınan taşlardan bıktım. Kütüphanelerde, içleri hayat dolu kitaplar vardı. Okudum. Ama, 700 öğrenci arasında o kitaplar bana yasak edildi. Elektrik feneri icat edilmişti. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce… Ama on üç yaşımdan sonra yazmadım. Çünkü, Pazar günü kilisede okuduklarımı yazmamı istediler.

Ben de, herif eşek arısı gibi vızıldarken, yanı başlarında uyuyan arkadaşların kulaklarına çöp soktuklarını ve başka realiteyi yazdım. Skandal oldu, paylandım, artık yazmadım. Kolej’ den sonra İngiltere’ye göndermek istiyorlardı. Porstmouth’ da ki mektebine gitmek istedim. Münasip görmediler. Oxford’a gönderdiler. İsteksiz gittim. En kolay konuyu seçtim, üç dört yıl öğrendim. Üç dört yılda öğrendiğimi unutmak için sarfettim. Ama kütüphanelerden, hem sonradan Londra Üniversitesi’nden istifa ettim. İlk dünya savaşında hastaydım. Savaş sonrası asker kaçaklarının kendileri gelip teslim oldukları halde yargılanmadan asıldıklarını yazdım. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, Bodrum’da üç yıl kalebentliğe mahkum ettiler. Asıl mimledikleri M.Zekeriyya’yı mahkum etmek istiyorlardı. Ama yazıda suç bulamazlarsa yazıyı basan da serbest kalacaktı. Bodrum’a vardığım zaman 34 yaşındaydım.

Ondan önceki mektep hayatımın bende bıraktığı intiba şöyleydi. İstiklal Mahkemesi’nde mevkuf iken, bir gece rüyamda çocukluğumu, hala Kolejde olduğumu görmüştüm. Uyanınca hapishanede olduğumu ve kolejde olmadığımı gördüm ve, çıldırasıya sevindim. Bu hürriyetti bre!… Oysa ki, kolejde Fikret’in oğlu Haluk’ta, benimle aynı tabiydi. Halikarnas’ da, üç dört yaşındayken Faleron’ da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş yetiştirdim. Gece rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum. Arkamda, yüz binlerce portakal ve grapa fruit ağaçları kökleri üzerine kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı vitamin ve ışık bombaları portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz.

Sonrası Halikarnas Balıkçı’ sı. İşte o kadar!

BALIKÇI’NIN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Bilimin Anadolu’dan fışkırdığına inanan Balıkçı, Orta Asya’dan gelmiş olmanın gerçeğiyle Anadolu’yla kaynaşmış olmanın şansının, bir hümanizmde birleştirilmesini istiyordu,

Balıkçı, çağdaş bir kültüre giden yolda en büyük en usta rehberdi. Çünkü çağdaş kültüre uzanmak isteyen bir toplum, klasik kültüre sahip olmalıydı.

Klasik kültür olmadan çağdaş kültüre uzanmak isteyen toplumlar “az gelişmişlik çemberini” asla kıramazlar. Belki genişlerler ama bunun adına şişmanlık denir, akıl devri denmez.

Balıkçı bize şunu demiştir; “Çağdaş olmak istiyorsanız, klasik akıl devriminizi tamamlamak zorundasınız. Klasik kültürün temeli de Anadolu’da atılmıştır. Bilim, felsefe, kültür, şiir, aritmetik, trigonometri, astronomi gibi akılı akıl yapan ne varsa bu bilgi enerjilerinin hepsi Anadolu’nun yediveren toprağının içinden fışkırmıştır. Öyle ise ayağınızı toprağınıza sağlam basın. Anadolu’ya sahip çıkın. Orta Asya’dan gelmiş olmanın gerçeğiyle Anadolu’yla kaynaşmış olmanın şansını bir hümanizmde birleştirin.

Bu sentezi yapıp çağdaşlığa uzanırken egemenlerin değil, emekçi halkın yanında olun, yurtseverlikle insancılığınız, evrensel bir sömürüsüz dünya arzulasın. Çünkü siz, Konstantin’den yana değil, Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmalısınız.”

Kurtuluş Yolu

İşte Balıkçı’nın görüşü buydu. İnsan sevgisinden yurtseverliğe, oradan hümanizmaya uzanan bir çileli ve eziyetli yol…

Bu yol bizim kurtuluş yolumuzdur. Ya Ortadoğulu olacağız, ya da Anadolulu…

Ya ticaniler ülkesi olacağız, ya da yunuslar okyanusu…

Ya despotlar devleti olacağız, ya da Dede Korkut’lar dergahı…

Ya terör cenneti olacağız, ya da Nasrettin Hoca’lar toprağı…

Ya Saidi Nursi, ya da Mimar Sinan…

Ya Vahdettin, ya da Hasan Tahsin…

Ya zaptiye düdüğü ötecek, ya da Homeros’un şiirleri söylenecek…

Mutlaka bir tercih yapmamız gerekti. Biz Çağdaşlıktan yana tercihimizi koyuyoruz. Öyle ise Balıkçı bizim rehberimiz, canımız, sevgilimiz, dostumuz, arkadaşımız, türkümüz, bayrağımızdır…

Bu gerçeği ancak “bilinç” için çırpınan beyinler görebilir. İşte bunun için, tercihimizi bilinçten yana yaptık.

Cevat Şakir KABAAĞAÇLI Eserleri

ROMAN:

  • Aganta Burina Burinata (1946)
  • Ötelerin Çocuğu (1956)
  • Uluç Reis (1962)
  • Turgut Reis (1966)
  • Deniz Gurbetçileri (1969)

DENEMEİNCELEME-MİTOLOJİ:

  • Anadolu Efsaneleri (1954)
  • Anadolu Tanrıları (1955)
  • Anadolu’nun Sesi (1971)
  • Hey Koca Yurt (1972)
  • Düşün Yazıları (1981, ölümünden sonra)

ÖYKÜ:

  • Ege Kıyılarından (1939)
  • Merhaba Akdeniz (1947)
  • Ege’nin Dibi (1952)
  • Yaşasın Deniz (1954)
  • Gülen Ada (1957)
  • Ege’den (1972)
  • Gençlik Denizlerinde (1973)

ANI:

  • Mavi Sürgün (1961)

ÇOCUK KİTAPLARI:

  • Denizin Çağrısı
  • Yol Ver Deniz

BİR BODRUM MASALI

Muğla – Bodrum

Siyaseti ve kadınları hayat sanan bir dostumla bir akşam üzeri Bodrum’da denize karşı oturmuş hepimizin her gün konuştuğu mevzular laflıyoruz. Baktım bu sıkıcı konuşma uzayacak, “çalışmadığı bir yerden sorayım da lafın güzergâhı değişsin bari” dedim; arkamızda sıra halinde duran palmiyeleri göstererek, “Bu palmiyeleri buraya kim getirdi biliyor musun?” diye sordum. “Bilmem. Burada yetişmişler herhalde” diye cevap verdi. “Hayır,” dedim. “Burada yetişmediler, sonradan birisi getirdi onları buraya. Halikarnas Balıkçısı adını duydun mu?” “Duydum galiba” dedi. “İşte o getirdi.

Asphat

Ha sadece palmiyeleri değil, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları da o getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de. Mimozaların gelişinin en az kendileri kadar güzel bir de hikâyesi var. Prosper Mérimée’nin ‘Carmen’ novellasını Türkçe’ye çevirirken, esmer İspanyol kızlarının saçlarına küçük mimoza demetleri taktığını okur ve ‘Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar’ diye düşünür.

Mimoza Ağacı

Paris’ten mimoza tohumları getirtir, onları Bodrum sokaklarına, bulabildiği her yere, rastgele eker. Bir süre sonra her yeri mimoza sarar. Bir gün, bir düğün alayında Bodrumlu kızların saçlarına mimozalar taktığını görünce de sevincinden havalara uçar.”

Begonvil

“Botanikçi miydi?” diye sordu dostum. “Hayır, yazardı. Hem greyfurt tohumunu da ilk o getirdi memleketimize, böylece bu muhteşem meyveyle onun sayesinde tanışmış olduk.” “Ondan önce greyfurtu bilmiyor muyduk yani?” “Bilmiyorduk!”

Greyfrut Ağacı

Lafın burasında arkadaşımın merakı arttı: “Peki yolu nasıl düşmüş Bodrum’a bu Balıkçı’nın?” “İstiklal Mahkemeleri’nin hem Bodrum’a, hem de Türk edebiyatına hediyesidir Halikarnas Balıkçısı.

Cevat Şakir ve Ailesi

İlginç bir hikâyesi var, anlatayım sana” dedim. Buraya yakın bir yerde, Girit’te 1886’da doğmuş Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı. Şakir Paşa’nın oğludur. Atina sefiri, validir aynı zamanda babası… Çocukluğu Yunanistan’da geçmiş. Oxford’da okumuş. Orada güzel bir İtalyan kadınla tanışmış, adı Agnezi… Sonra Agnezi’yi almış memlekete gelmiş. Afyon’da büyük bir çiftlik evine… Şakir Paşa evin her yerine birer silah saklarmış… Her an, her yerden bir düşman çıkabilir diye. Bu arada Agnezi’yle Şakir Paşa’nın memnu aşkı çoktan dedikodu olmuş düşmüş elin diline. Çiftlik evinde bir gece vakti Cevat Şakir, babasına çıkışmış, ‘O senin gelinin’ demiş, ‘utanmıyor musun?’ Babası ilişkiyi inkâr etmiş. Tartışma büyüyünce her birisi bir silaha davranmış, iki silah aynı anda patlamış, oğlun silahından çıkan mermi babayı bulmuş.

Babası Şakir Paşa

BABA KATLİNE 15 YIL KÜREK CEZASI Baba katili Cevat Şakir, çıkarıldığı mahkemede 15 yıl kürek cezasına çarptırılmış. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanmış, serbest kalmış. Tekmil hikâyesini anlattığı hatıratından babasıyla arasında geçenlerden hiç bahsetmez. O bir sırdır, kimseye anlatmaz. Yıllar sonra Bodrum’dayken, uzaktan mektuplaştığı ve evliyken tutkulu bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a itiraf eder 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda: “Babamı öldürdükten sonra kendime olan güvenimi kaybettim. Kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.” Cumhuriyet yeni kurulmuş, Üsküdar’da bir evde yaşıyor, tam bir tutunamayandır Cevat Şakir. Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta Dergisi’ne yazılar yazıyor, kitap kapakları yapıyor, bir yandan da tercümeler kazandırıyor Türk edebiyatına. Ne de olsa yedi dil biliyor. İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, zira askere giden her nefer, üstüne urbayı geçirdikten sonra firar ediyor. Öyle ki Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e gidip dert yanmış, “Paşam, leşkeri değil de milleti giydiriyoruz, bu işe bir çare” demiş, kimsenin sırtında libas yok, askeri kıyafetleri giyen evin yolunu tutuyor. O yüzden kurulan İstiklal Mahkemeleri, firariler için kolayca idam cezası veriyor. Cevat Şakir de, o günlerde “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl gider?” diye bir hikâye yazıp göndermiş dergiye. Tam o sırada Şeyh Sait isyanı patlak vermiş.

‘SON DEFA İSTANBUL’A BAK, BİR DAHA GÖREMEYECEĞİZ’ Ardından Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Ankara’da “Üç Aliler Divanı” çalışmaya başlamış. Yazdığı hikâyeyle “halkı isyana teşvikten” dolayı “Üç Aliler Divanı” ‘na çıkarılmak üzere trenle yola çıktıklarında Zekeriya Bey’le, Kartal’da, “Son defa İstanbul’a bak, bir daha görmeyeceğiz” demiş Cevat Şakir arkadaşına. Mahkemede Kel Ali ikisinin de idamını istemiş, Kılıç Ali karşı çıkmış, üçer yıllık kalebentlik cezasını uygun görmüşler iki yazara, Zekeriya Bey’in payına Sinop, Cevat Şakir’in de Bodrum düşmüş. Ankara’dan İzmir’e trenle iki er nezaretinde kolayca ulaşmış. O zamanlar Bodrum’a sadece denizden gidiliyor, karayolu henüz yok. Ama onu deniz yoluyla götürmüyorlar, ne de olsa o siyasi bir suçlu, “Denize atlar, Yunanistan’a kaçar, nemize gerek” diye karayoluyla gönderiyorlar. Aylar sonra Milas’a ulaşmış. Milas’tan da “Başka yerde ölüp nur içinde yatacağıma, burada nur içinde yaşarım” dediği Bodrum’a kadar yürümüş. Şansına iyi kalpli bir kaymakam çıkmış. Kaleye kapatmamış onu, çarşının içinde aylık kirası 25 kuruşa şirin bir Bodrum evinde cezasını çekmesine izin vermiş. Ve o saat cennete düştüğünü anlamış. Baştan ayağa Bodrum mavisine bulanmış! Yazı yazmış, koyları keşfetmiş, bitkilerle ilgilenmiş, balıkçılık yapmış, bir kayık almış bazen günlerce maviliklerde kaybolmuş. Bir süre sonra “denizde balık adam, karada ağaç adam” olmuş çıkmış. Bitkilerle ilgili kitaplar bulmuş, okumuş, araştırmış, Avrupa’da bu işle ilgilenenlerle yazışmış, tohumlar istemiş, fidan bulmuş hepsini Bodrum’un her yerine ekmiş, dikmiş, sonra da ora ahalisiyle birlikte onlara gözü gibi bakmış. Bu sırada devlet, cezasının kalan kısmını İstanbul’da tamamlamasına karar vermiş. Gözü arkada kala kala İstanbul’a gitmiş, cezası bitince koşa koşa tekrar Bodrum’a gelmiş. Burada yeniden evlenmiş, belediyeye bahçıvan olarak girmiş, çocukları olmuş, onların eğitimi derken Bodrum’u bırakıp İzmir’e yerleşmiş mecburiyetten.

İzmir’de de turist rehberliği işini ilk olarak o keşfetmiş. O yüzden bir diğer adı “pir-i rehberan” dır. 1945 yılında hemen hemen bütün ünlü yazar ve şair arkadaşlarına bir mektup yazmış ve belirlediği tarihte hepsinin İzmir’de olmalarını istemiş. Gelirlerse eğer onları deniz yoluyla cennete götürecek!

İZMİR’DEN MAVİ YOLCULUK Çağrısına Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Erol Güney, Sabahattin Ali, Samim Kocagöz, Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı cevap vermiş, aynı günde İzmir’de buluşmuşlar.

Mavi Yolculuk

Bir tekneye ekmek, peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak açılmışlar Ege Denizi’ne. Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacak, bütün dünyayla ilişki kesilecek ve o zamana kadar hiçbirisinin gitmediği Bodrum denilen mavi cennette kaybolacaklar. Öyle de olmuş. Sonra aynı tarihte her sene bu gezileri tekrarlamışlar. Daha sonra geziye katılan Azra Erhat, bu yolculuğu anlatan kitabına ‘Mavi Yolculuk’ adını koyunca, o gün bugün Ege ve Akdeniz’de çıkılan ve günlerce denizde kalınan seyahatlerin adı ‘mavi yolculuk’ olarak kalmıştır.

ALINTIDIR.

Ayrıca Dinleyiniz : Botanitopya Bodrum’un Gönüllü Bahçıvanı: Halikarnas Balıkçısı Açık Radyo Benan Kapulcu 14.07.2019 – tarihli programı.

Begonviller
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı
Mezarı.
Gümüşlük
Cevat Şakir Kabaağaçlı

Meğer Davullar Denkmiş…

“İlk defa İsveç’te bir kızla çıktık.
Muhabbet ediyoruz,
kız sevdiğim filmleri soruyor,
okuduğum kitapları soruyor,
gezdiğim ülkeleri soruyor.
Ama işimi sormuyor.
Ben alışmışım Türklere, adın nedirden sonra
ikinci soru işin nedir?
Yok abi döndük dolaştık sevdiğimiz yemeklere falan geldik
hala sen ne iş yaparsın demiyor kız bir türlü.
En son ben sordum, dedim ki ya her şeyi sordun da, sen ne iş yaparsın diye sormadın.
Dedi ki kız, ne iş yaptığını sorarsam dolaylı olarak sosyal statünü, kaç para kazandığını da sormuş olurum.
Ayıptır.
Ben paranı, statünü merak ettiğim için değil seni merak ettiğim için buradayım.
O gün anladım ki bizde kast sistemi var. Atasözümüz var davul bile dengi dengine diye. Meğerse her davul denkmiş.
Başka gün yüksek mühendis bir amcayla tanıştım.
Ne projeler yapmış.
Tüneller, köprüler, havaalanları vs…
Senin yaşında oğlum var dedi.
O da mühendis mi dedim.
Hayır işçi, duvar ustası dedi.
Dedim o nasıl oldu, mühendisin oğlu işçi olur mu?
Bizde olsa babam döve döve okutur mühendis yapar.
Adam kızdı.
Niye öyle diyorsun benim oğlum çok iyi bir duvar ustasıdır. Zorla kötü mühendis olacağına, iyi bir duvar ustası olmasının ne kötülüğü var dedi.
Adam gurur duyuyor oğluyla.
Utandım.
Utandım çünkü biz toplum olarak buyuz.
Böyle yetiştik, yetiştirildik.
Bizde kast sistemi var.
Mühendisin oğlu gerekirse zorla kötü bir mühendis yapılır,

iyi bir duvar ustası olmasına izin verilmez…”

Ancient Secrets Facebook sayfasından alıntıdır…

Büyülü bir işlem

Foseptik çukuruna neden ciğer asılır?

Foseptik çukuruna neden ciğer asılır?

”Özellikle gurbette yaşayan memur aileler,okulların tatile girmesiyle birlikte köydeki evlerine gider, tatili orada geçirirler.
Köy yerlerinde altyapı olmadığı için foseptik çukuru olur.
Yaz tatili bittiğinde, evden çıkmadan önce, aile tüm hazırlıklarını tamamlar ve en son bir kuzu ciğerini de ipe bağlayıp, tuvaletin çukurunun üzerine asardı…
Temmuz başında tekrar köye döndüğümüzde foseptik çukurunun tertemiz ve bomboş olduğunu görürdük…
Bir gün anneme sordum :
“Anne, biz neden bunu yapıyoruz ?”
O da izah etti :
” Burada asılı olan ciğere, bir müddet sonra kurtçuklar üşüşür. O kurtçuklar ciğeri yer ve çoğalırlar. Onlar çoğaldıkça ciğer azalır.
Bir gün kurtçuklar ciğeri tamamen yer bitirirler ve aşağıya düşerler. Bu sefer oradaki pislikleri yemeğe başlarlar…
Kurtçuklar yine çoğalmaya başlarlar; bu defa da oradaki pislikler azalır, gün gelir, o çukurdaki pislikleri de yer bitirirler…
Aç kalan kurtçuklar, en sonunda birbirlerini yemeğe başlarlar… Nihayet, onlar da biter ve kuyu tertemiz olur yavrum…”
Menfaat grupları arasında son yaşanan çıkar çatışmalarını gördükçe, aklıma, o evin lağım çukurunun tepesine asılan ciğer geldi…
Üzülerek söylüyorum. ama, vaziyetin aynen böyle olduğu kanısına vardım… ”
Yıllar evvel bir ciğere saldırdılar…
Saldırdıkça da çoğaldılar.
Şimdi Ciğer bitti,
ve lağım çukuruna düştüler…
O kadar açtılar ki, oradaki pislikleri de yediler…
Doymadılar…
Şimdi birbirlerini yiyorlar…
Yakında tertemiz olacak her yer..

Erol Günaydın

Telefon ahizesini uzatan otel resepsiyonunda görevli adamın yüzüne doğru dürüst bakamaz bile..
İstanbul’dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.
Otele borcu birikmişti.
Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını..
Mefkure Hanım’dır arayan..
“Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın.”
Ulus’taki “Genç Palas” otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir.
Ankara’ya Devlet Tiyatrosu’na girmek için gelmişti.
Küçük Tiyatro’da oynanan “Tufan” adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye..
Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı.
Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için.
Devlet Tiyatrosu’na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı.
Salondaki Muhsin Ertuğrul’un gözü kendisinde olacaktı!..
Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı.
O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi..
Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul’un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda.
Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu.
“Chopin” ile vedalaşma vakti gelmişti..
Başka çaresi yoktu.
Samanpazarı’ndaki bit pazarına gidecek ve “Chopin” adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı.
Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı’na nasıl gidileceğini sorar.
“Hayrola, bir şey mi satacaksın?” sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir.
Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını.
Genç adam, “Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk,” derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından.
Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : “Ben buna 30 lira vereyim.”
Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür.
Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne’nin.
Mefkure Hanım’a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay’a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden.
Sanki Ankara’nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi.
Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam.
O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu’na kabul edilir.
Cevat Başkut’un yazdığı “Kleopatra’nın Mezarı’nda” oyununda bir rol verilir kendisine..
Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır.
Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece..
Devlet Tiyatrosu’na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de..
Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından..
Eyvah ki ne eyvah!
Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur.
Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!..
Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu’nun koridorlarında duyulur.
Şikayet üstüne şikayet..
Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder..
Pide de tazeciktir..
Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir..
Şikayetler Muhsin Ertuğrul’un kulağına kadar gitmiştir!..
Erol Günaydın anısına saygıyla
SUNAY AKIN.

Janis Joplin ve Leonard Cohen Chelsea Hotel No:2

Janis Joplin ve Leonard Cohen.
Biri kısacık hayatına heybetli bir blues geçmişi sığdırmış bir rock ‘n roll efsanesi; biri ise mistik ruhuyla unutulmayacak dizelere imza atan bir beat kuşağı ozanı. Peki acaba hayat bu çok özel iki insanı nasıl bir araya getirdi dersiniz?
İşte kısacık bir hikayenin, yalnız ve hüzünlü kahramanlarının şiir gibi tanışma hikayesi.

Yalnızlık paylaşılmaz.

Takvimler 1960’ların sonunu gösterirken, başta Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde hippiler ve beatnikler resmen altın çağını yaşıyorlardı. Yüz binlerin doldurduğu sınır tanımayan festivaller, dev rock ‘n roll şovları; uyuşturucular ve mülkiyeti reddeden aktivist ruhlu gençler bu dönemin sıradan figürleri haline gelmişti.

Janis Joplin

Siyahi olmamasına rağmen, benzersiz gırtlağıyla o zamana dek siyahilerin tekelinde olanı blues janrında ezber bozan Janis Joplin işte tam da bu dönemde gerçek bir idol olarak kabul ediliyordu. Janis’in içinde yer aldığı festivaller dolup taşıyor, birçok gazeteci röportaj koparmak için peşinden koşuyor ve yüz binlere seslendiği konserler müzik eleştirmenlerinin sayfalarca methiye düzmesine neden oluyordu. Ancak böyle bir şaşaayı yaşamasına rağmen Janis iliklerine kadar yalnızdı ve deyim yerindeyse kimsesiz hissediyordu. Hatta bir konserinde yalnızlığını şu cümleyle binlerle paylaşmıştı: “Her gece en az 70 bin kişiyle birlikte oluyorum ama her gece yalnız uyuyorum”

Leonard Cohen

Janis bunları yaşarken, Leonard Cohen evreninde de durumlar çok farklı değildi. Aslında yazdıkları yayınlanmış bir yazar olan Leonard Cohen, 32 yaşından sonra müzik piyasasına girmeye niyet ettiğinde çağın mottosu “30 yaşın üstündeki kimseye güvenme” idi. O dönem birçok yapımcı ve müzisyenle görüşen Cohen için hayatındaki yalnızlık artık kariyerinin de bir parçası olmuştu. Şahane bir söz yazarı olmasına rağmen Bob Dylan’ın olduğu bir folk müzik piyasasında tutunamayacağına kesin gözüyle bakılan Cohen o yıllarda sadece şarkılarına sarılıyor ve sadık dinleyici kitlesini emin adımlarla kalabalıklaştırıyordu.

“Renkli rüyalar oteli”

Chelsea Hotel… O yıllarda New York şehrinin bohemleri için bir yuva gibi olan bu otel tam olarak “Duvarların dili olsa da anlatsa” diye tarif edilecek bir oteldi. 70 odası otel müdavimleri için sürekli rezerve tutulan bu otelin konukları arasında kimler yoktu ki? Andy Warhol, Edie Sedwick, Jim Morrison, Patti Smith, Jimi Hendrix, Joni Mitchell, Frank Zappa ve Arthur Miller bu otelde bir dönem yaşamış beat kuşağı efsanelerinden sadece birkaçıydı.

Bir bohem mabedi olan Chelsea Hotel’in bir diğer sakini ise Leonard Cohen’di. Özellikle şiirleri ve öyküleri üzerinde çalışırken kendini otel odasına kapatan Cohen için Chelsea Hotel hem bir sığınak hem de bir laboratuar gibiydi.

Leonard Cohen’in kaleme aldığı I’m Your Man kitabında geçen “Bu oteli sabaha karşı 03:00 saatlerinde çok seviyorum. Çünkü burası öyle bir yer ki o saatte kapıdan içeriye bir fahişe ile bir maymun kol kola girse bile kimse bunu iplemez” cümleleri ise Chelsea Hotel’in nasıl bir özgürlük alanı olduğunu açıkça dile getirmişti.

Saat gecenin 3’ü…

Leonard Cohen’in Chelsea Hotel’de en sevdiği saat olan sabaha karşı 03:00, tuhaf biçimde yüzyılın en iyi karşılaşmalarından birine de sahne olmuştu. Ruhunu tazelemek ve etrafı gözlemlemek için kısa bir gece yürüyüşüne çıkan Cohen, otele döndüğünde asansörde genç bir kadınla karşılaşmıştı. Vahşi saçları ve farklı kıyafetleriyle bu genç kadın Janis Joplin’den başkası değildi!

Leonard Cohen, Janis Joplin’in yeteneğine ve ruhuna düpedüz hayrandı ve onunla iletişim kurmak için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Janis’e dönüp “Kimi arıyorsun?” diye sorduğunda “Kris Kristofferson’u arıyorum” cevabını alan Cohen, sohbetin bir asansörün 1 metrekarelik alanında kalmasını istemiyordu. Janis’le asansörden inince ayrılmamak için esprili bir şekilde kendisinin Kris Kristofferson olduğunu söyleyen Cohen, böylece amacına ulaşmış ve genç blues yıldızını güldürmeyi başarmıştı. Rivayete göre sadece o geceyi değil, o yıl boyunca birkaç geceyi Chelsea Hotel’in 2 numaralı odasında geçiren ikili için bu yakınlaşma hiçbir zaman bir “ilişki” olmamıştı. Çünkü bambaşka evrenlerde yaşayan bu iki yalnız ruh bu gizli buluşmalarda aslında birbirlerine sığınıyorlardı.

Chelsea Hotel No:2

Bu gizemli tanışmadan sadece 2 yıl sonra, blues’un genç efsanesi Janis Joplin bu dünyadan göçüp gitmişti. İşte o günlerden birinde, salaş bir restoranda yalnız oturan Leonard Cohen’in buruşuk bir peçetenin üzerine karaladığı sözler ise Cohen’in en ikonik şarkılarından Chelsea Hotel No:2’nin ta kendisiydi!

“I remember you well in the Chelsea Hotel

You were famous, your heart was a legend

You told me again you preferred handsome men

But for me you would make an exception

And clenching your fist for the ones like us

Who are oppressed by the figures of beauty

You fixed yourself, you said, “Well never mind,

We are ugly but we have the music”

İşte bu tanışma, Chelsea Hotel No:2 gibi hikayeli bir şarkıyı bizlere armağan etmişti.

Alıntı https://www.facebook.com/groups/musikimani/permalink/3077074672510884/