Sabahın Bir Sahibi Var

Yıl 1912.
Van’da doğdu.
Adı Mehmet’ti.
Mehmet Ruhi Su.
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti.
Onları hiç tanımadı.
Neden kaybettiğini hiç bilmedi.
Kimsesiz kalmıştı.
Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası.
Ne amcası, ne dayısı.
“İtten aç, yılandan çıplaktı.”
Ailesi artık Anadolu insanıydı.
“Hangi taşı kaldırsam
anam babam..
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim” derdi.

Neden kimsesizdi? Neden tek bir yakını yoktu? Yıllar sonra Yalçın Küçük Ruhi Su’nun Ermeni yetim olabileceğini yazdı. Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, “Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti. Kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim” diye yanıtlardı. Ruhi Su’yu Adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler. 1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi. Bunlar amcan ve yengen dediler. Onları öyle bildi. Adana’nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su’yu terk etti. Bunun üzerine Öksüzler Yurdu’na verildi. Müziğe meraklıydı. Yurtta bağlama, keman çalardı. Çok başarılıydı. Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okulu’na, ardından Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’ne girmeyi başardı.

Yıl 1942. Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi. Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı. Devlet Operasında çalıştı.

Yıl 1951 Devlet, türkülerinden rahatsız oldu. Komünist diye içeri attılar. Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü. Tabutluğa kondu. Beş yıl hapis yattı. Ama yılmadı. “Mahsus mahal derler kaldım zindanda Kalırım kalırım dostlar yandadır. Dirliğim düzenim dermanım canım Solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.

Yıl 1957 Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu. İşi kısa sürdü. Kovdular. Kovulma nedeni şu türküydü. “Serdari halimiz böyle n’olacak.. Kısa çöp uzundan hakkın alacak.. Mamurlar yıkılıp viran olacak.. Akıbet dağılır elimiz bizim.” Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı. Düşmanı da çoğaldı. Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..

Uzun süre işsiz kaldı.. 27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi. “Bir gece kulübünde bugün Kırk bin, elli bin liradır Bir Zeki Müren dinletisi Ve elbette güzeldir canım Emeğin değerlendirilmesi Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi.”

Yıl 1962 Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti.. Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu. İsyan etti. Emeği sömürülmüştü. Mahkemeye gitti Kazandı. Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı. Yılmadı. Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi. Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı.

Yıl 1969 Kanlı Pazar. 16 Şubat’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı. “Bu Meydan Kanlı Meydan Ok Fırladı Çıktı Yaydan Kalkın Ayağa, Kalkın Biz Şehirden, Siz Köyden.” Halkı isyana teşvikten yargılandı. Yılmadı.

Ruhi Su – Bu Meydan Kanlı Meydan

Yıl 1975 Dostlar Korosunu kurdu. Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi. Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı.. Başta Pir Sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi. “Benim kabem insandır Kuran da kurtaran da İnsanoğlu insandır.” dedi. Dinsizlikle suçlandı. Yılmadı.

Ruhi Su – Benim Kabem İnsandır (Tevhit)

Yıl 1977 1 Mayıs katliamına haykırdı. “Şişli Meydanında üç kız Biri Çiğdem biri Nergis Vuruldular güpegündüz Sorarlar bir gün sorarlar.” Kahramanlık türküleri çaldı. Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı. Ankara’nın taşına bak, Kuvai Milli destanı. Ezilen Anadolu halkının sesi oldu.

Sabahın bir Sahibi Var – Sorarlar Bir gün Sorarlar

RUHİ SU – Şişli Meydanında Üç Kız

Şişli Meydanı’nda üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Bin dokuz yüz yetmiş yedi
Unutulmaz yılın adı
Bir Mayıs bayramı idi
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar

Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Beş yüz bin emekçi vardık
Taksim Meydanı’na girdik
Öyle bir İstanbul gördük
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Al gözlerim seyir eyle
Birin bırak, birin söyle
Bu yeryüzü ilk kez böyle
Bir İstanbul görüyordu
Kucaklayıp sarıyordu.

El Kapıları (o dönem Almanya’ya gönderilen Türk işçileri için yazılmış)


“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı.”

Yıl 1980
Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu. Ruhi Su kemik kanserine yakalandı. Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu. Pasaport vermediler.. Askerler yurtdışına çıkmasını engellediler. “Ölsün” dediler. 1985 yılında öldü.
“Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden.”
Geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı.

Cenaze töreni 12 Eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü. Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen on binler Şişli Camisi’ne aktı. Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi. Cenazesi Şişli’den Zincirlikuyu’ya giderken, on binler haykırdı. “Ruhi Su’lar ölmez” Ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı. Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı. Devlet memuru olanlar işinden atıldı.

Yıl 1990
Zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı. Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı. Başarılı olamayınca kurşunladılar. Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı. Dosya kapatıldı.

Yıl 2010
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray’a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi televizyon programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk ediyordu…….
İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konulduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hülya Avşar, “Ona da buradan selam yollayalım” dedi.
Karaca’nın “Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, “Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu.

Yıl 2023 20 Eylül.
Ruhi Su’nun ölümünün 38’nci yıldönümü.
Nazım Hikmet der ki;
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”


Ruhi Su’nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır.. Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir.. Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu’nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır.. Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır.. Dicledir, Fırattır, Çoruhtur..Anadolu’nun her yerinde gürül gürül akmaktadır…
Çünkü Ruhi Su, çeliktir.
Ve çelik aldığı suyu unutmaz.
Birgün mutlak hesap sorar.”

A.Natali Avazyan’nın Twitter sayfasından alıntıdır

Lilith

İbrahim-i dinlerin Adem ile Havva benzeri bir yaradılış hikayesi de şöyledir: Yahudiliğin mistik anlatımlarında Lilith isminde bir kadın vardır.

Lilith Adem gibi topraktan yaratılmış ve bu sebepten Adem’le kendini eşit görmüştür, cinsel ilişki esnasında Adem’in altında yatmayı reddedip onunla kavga eder, Tanrı bu kavgada Adem’den taraf olur, bunun üzerine Tanrıya kızan Lilith, Tanrının ağza alınmayacak ismini söyler ve cennetten ayrılır.

Daha sonrasında insanlara musallat olur ve dişi bir şeytana dönüşür. Adem’in ilk karısı olan Lilith, kötülüğün ve isyanın simgesi haline gelir.

Sami dinlerin kadınlara bakış açısının temeli bu kadındır.

Bir Aşk Hikayesi

Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan bir delikanlıydı. Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi, ve Londra’da bir partide gördü, o güzeller güzeli İngiliz kıza vuruldu, âşık oldu.

Hyde Park’ta ata bindiğini öğrenince ertesi sabah soluğu orada aldı. Tanıştılar, yemek yediler, gözlerini birbirlerinden alamadılar.

Fakat kötü bir şey vardı. Ahmet Naci Bey tahsilini tamamlamış, yurda dönmesi gerekmekteydi. Kalsa olmaz, bıraksa hiç olmaz. Pat diye; “Benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin?” dedi. Olga Cynthia sevindi ama, boynu büküktü.

‘Jack var’ dedi. Jack, oğluydu. Delikanlı dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi ve Orient Express. Ver elini İstanbul.

Bismillah nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi ailesi. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide ismini aldı.

Hariciye ’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Fakat kanun çıktı hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz. Delikanlı mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.

Başka işler yaparak evini geçindirmeye çalıştı. Fakat başarılı olamadı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler, sonra gülüşler ve ardından köşk.

Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları oldu. Saracak bez bulamadılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama kahrından alkole dadanmıştı.

Bir gün İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, dediler Nadide’ye. Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi.

Ahmet Naci Bey, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreden vefat etti. Evlatları kim miydi?

Biri Yıldız Kenter diğeri ise Müşfik Kenter, bugün Müşfik Kenter’in aramızdan ayrılışın 11.yılı, Müşfik Kenter içimizde bir Alf sesi ya da bir resme aşık Halil ama bir yandan da aşkları uğruna her şeyi göze alan bir ailenin çocuğu ve yokluklar içinde küllerinden doğan bir tiyatrocu, saygı ve rahmetle…
@unutulmaz.kareler ‘den alıntıdır.

DELİCE ZEYTİNİ

1951-1952 yıllarında İspanya Hükümeti, Türkiye’den çok yüksek miktarda odun kömürü satın almak istiyordu. O güne kadar İspanya’ya yapılan ihracat kalemleri arasında yer almayan bu talebin bir de özel şartı vardı:

Kömürler İskenderun’dan Saroz Körfezi’ne kadar Akdeniz ve Ege sahillerinde doğada kendiliğinden yetişen *”delice zeytini”* ağacından elde edilmesi isteniyordu. ! Bu istek dönemin Hükumeti tarafından yüksek getirisinden dolayı sevinçle karşılanıyor, ülkemizde bol miktarda bulunan delice zeytin ağacından elde edilen odun kömürü ihraç edilmeye başlanıyordu. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre, limanların üzeri gemilere odun kömürü yüklemeleri sebebiyle kara bir bulut ile kaplanıyor göz gözü görmüyordu! O yıllarda Ankara’da görev yapan ABD Ticaret Ataşesi, dönemin Dış işleri Bakanı’na ihraç edilen kömürün İspanya tarafından nasıl değerlendirildiği ya da nerelerde kullanıldığını araştırıp araştırmadıklarını soruyor. Aldığı cevap, getirisinin önemli olduğu, nerede kullanıldığının Türkiye’yi ilgilendirmediği şeklinde oluyor. Bunun üzerine ataşe konuyu kendisi araştırıyor ve bu kömürlerin otoyollarda dolgu malzemesi olarak kullanıldığı bilgisine ulaşıyor. Bununla yetinmeyip ABD’de tanıdığı mühendislerden bilgi alıyor ve otoyolda kömür dolgunun bir yararı olup, olmadığını öğreniyor. Öğrendiklerini Bakan’a iletiyor, Bakan, Türkiye’nin rahatsız olmadığını, gelirden dolayı memnun olduklarını söylüyor ve konu böylece kapanıyor… Anlaşılan o ki *Delice ağacının zeytin aşılamak için en uygun ağaç olduğunu bilen İspanyollar, Türkiye’ye oyun oynamışlardı.

 Sonuç olarak İspanya dünyanın en büyük zeytinyağı ihracatçısıdır ve ne tesadüf ki aynı yıllarda Türkiye margarinle tanışmıştır…

NOT; Aşılanmamış zeytin ağacına “delice” denir. Marshall yardımlarıyla Ege ve Akdeniz bölgemizdeki milyonlarca zeytin ağacımız kökünden sökülerek gemilerle Avrupa’ya götürüldü. ABD bize bu ağaçların yerine milyonlarca kavak ve çam(çıra) fidanı verdi. Kavak ağacı memlekette alerjik hastalıklar başlattı. Çam ağacı ise bildiğimiz yağlı çıra idi. Dağlarımıza ovalarımıza her yere diktik. Oksijenden başka hiç bir işe yaramayan bu ağaç, ülkemizin dağına bayırına dikilen saatli bomba oldular. Bu ağaçlar yandığı zaman kozalakları patlayarak yanar halde 200 metre uzağa fırlamakta oradaki çam ağaçlarını da tutuşturmaktadır.

SIRADIŞI BİLGİLER TWITTER SAYFASINDAN ALINTIDIR.

Filleri Evcilleştirme

Hindistan’da filleri evcilleştirmek için ilginç bir yöntem kullanılırmış;
Orman zeminine, filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. Yavru fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. Fil, çukurdan çıkmaya çabalar ama başaramaz, takatsiz kalır, kurtulma ümidi kaybolur, hayatına dair müthiş bir korkuya kapılır, çaresizce bir mucize kurtuluş yolu veya ecelini beklemeye başlar.
Fil avcıları yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili şiddetli bir şekilde döver, yara bere içinde bırakırlar. Hayvan, yediği sopaların ve yaralarının verdiği acıdan ve çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı korkudan dolayı, hayatında görmediği bir bunalım ve ruhi çöküntü yaşar, birkaç saat içinde…
Sonra aynı avcılar, ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki, siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle ve ellerinde çeşit çeşit yiyecek ve meyve sepetleriyle geri gelirler. File şefkatle yaklaşır, onu besler, yaralarına pansuman yapar, okşayıp sever, güzel sözler söyler ve onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. Fil bu, beyaz giysili kurtarıcıların kendisine gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren ömür boyu onların gönüllü kölesi olur, her istediklerini yapar ve asla sözlerinden çıkmaz.
Onların kendisini az önce tuzağa düşüren, bunalıma sürükleyen ve döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez..

Om Namah Shivaya

Na-mah-şi-va-yah şeklinde beş heceden oluştuğu için mantraya Pançakşara (Panchakshara) Mantra da denilir. Beş elementin mantradaki şu hecelere karşılık geldiği düşünülür: Na toprak, Ma su, Şi ateş ve Va hava, Ya esir veya akaşa veya boşluk.

oṁ namaḥ śivāya (Sanskrit: Sanskritçe:  ॐ नमः शिवाय; IAST: Om Namaḥ Śivāya) en popüler Hindu mantralarından biri ve Şaivizm mezhebinin en önemli mantrası. Pek çok yoga grubunda özellikle de Sivananda ve Siddha Yoga geleneklerinde kullanılır.

Anlam ve kökeni

Mantra’nın anlamı “Şiva’ya selam”dır. Mantra’ya giriş hecesi “Aum” Hindistan’da evrenin başlangıcında yer alan kutsal hecedir ve pek çok mantranın girişinde kullanılır.

Na-mah-şi-va-yah şeklinde beş heceden oluştuğu için mantraya Pançakşara (Panchakshara) Mantra da denilir. Beş elementin mantradaki şu hecelere karşılık geldiği düşünülür: Na toprak, Ma su, Şi ateş ve Va hava, Ya esir veya akaşa veya boşluk.

Etkileri

Mantra’nın zikrini yapana bir kısmı aşağıda listelenen yararları olduğuna inanılır:

Beşli yapısı hava, su, toprak, ateş ve boşluğa karşılık gelen mantranın kişinin asıl doğasını idrak etmesini sağlar.

Kişinin bedeni üzerinde şifalandırıcı etkisi vardır. Düzenli zikredilmesiyle depresyon, uyku bozukluğu ve zihinsel rahatsızlıklar şifaya kavuşur.

Mantra kişinin nefsini (soul) arındırıp daha erdemli ve ruhsal bir yaşama yöneltir. Kişinin ruhu, varlığın daha önce keşfedilmemiş bölgelerini keşfeder.

Kaynakça (Wikipedia dan Alıntıdır)

^ David Frawley, Mantra Yoga and Primal Sound, Lotus Press, 2010, s.2

Reşid Paşa ya da İngiliz casusu Arminius Vambery

Arminius Vámbéry veya Ármin Vámbéry (Macarca: Ármin Vámbéry, Almanca: Hermann Vámbéry; esas adı: Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger) (d. 19 Mart 1832, Szerdahely, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu [bugünkü Slovakya] – ö. 15 Eylül 1913, Budapeşte, Macaristan), Macar asıllı bir müsteşrik ve Türkolog, seyyah ve Birleşik Krallık’ın emrinde bir casustu.

Ünlü İngiliz casusu Arminius Vambery ( Reşid Paşa ) Londra’da yayınladığı günlüklerinde; “Türk’ler mert, saf ve güvenilir insanlardır. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler. Kandırmamız hiç zor olmadı…” 5 vakit namaz kılan, kuranı ezbere bilen, Osmanlıcaya hâkim, Macar asıllı ünlü İngiliz casus, yıllarca namaz kıldırıp, dervişlik yapıp, ajanlık yapıyordu. O sırada Osmanlı da ayakta uyuyordu, sonra da nur topu gibi bir Ermeni sorunu buldu kucağında Suriyeliler gibi.

Vámbéry, fakir, dindar bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Ayağı aksak doğan Vámbéry, on iki yaşından itibaren geçimini sağlamak için önceleri terzi çırağı, sonraları özel öğretmen olarak çalışmak zorunda kalmıştı. Bunun yanı sıra etnografya ve filoloji alanlarında araştırmalar yaptı. Vámbéry, Bratislava yakınındaki Svätý Jur manastırında piyaristlerin eğitimini aldıktan sonra kendi kendini geliştirerek çok sayıda dilde yetkinlik kazandı. Önceleri Avrupa dillerine eğilen Vámbéry, daha sonra Arapça, Türkçe (Osmanlıca) ve Farsça dillerini iyi bir şekilde öğrendi.

Macar halkının Asya menşelerini bulmak arzusu içinde 22 yaşındayken İstanbul’a seyahat edip orada Asıf Bey ve daha sonra Rıfat Paşa’nın hizmetinde frenk lisanları muallimi (Avrupa dilleri hocası) olarak çalıştı. İstanbul’da bulunduğu 1857–1863 yılları arasında, farklı Türk ağız ve lehçelerini öğrenme fırsatını da buldu. Aynı zamanda Türk tarihinden bazı eserlerin çevirilerini yaparak Almanca-Osmanlıca bir sözlük de yayınladı.

Türk’lerin arasına Reşid Paşa adıyla karıştı. Türk milliyetçilerine sabotajlar düzenledi Devletin en üst makamlarının arasına karıştı. Sultan Abdulhamid ile dostluk kurdu. Güvenini kazandı. Anadolu ve Ortaasya seyahatine çıktı. Artık o bir derviş idi…

Tam 4 yıl Osmanlı topraklarında kaldı. Osmanlıcayı mükemmel denebilecek kadar iyi konuşuyordu. Hiç kimse ondan kuşkulanmadı. Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü. Ta ki, yıllar sonra Londra’ya döndükten sonra anılarını yazınca deşifre oldu. İngiliz casusu idi!…

Anılarında şunları yazıyordu.

“Derviş ve hoca kimliğiyle aralarına girdim”

– Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesinin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı. Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu TÜRK hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum. Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine inanmıyor hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.

TÜRK’ler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler. Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim Türkmenler, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem. Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor,  bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı… Ve, ancak sorulan suallere cevap verdim. Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek,  ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı. Türkmenlerin hepsi İslam’dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de onu yaptım, amacım ülkeyi yıkmak ve ele geçirmekti, çokta başarılı oldum.

Kaynak: Osmanlıda İngiliz casusu “Vambery’nin Günlükleri”

Siyonizm:

Vámbéry, zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’in güvenini kazanmıştı. Herzl’e uzun uğraşlar sonucu Sultan’ın huzurunda 1901 yılında bir randevu ayarlayan Vámbéry siyasi siyonizmi destekliyordu.

1900 yılının Haziran ayında Vámbéry padişahın huzuruna çıktı; Herzl, Sultan’dan görüşme ayarlaması için elinden gelen her şeyi yaptı, ancak başarılı olamadı. Bunun nedenleri hakkında dolaşan söylentiler çelişkili. Sonunda Herzl 16 Haziran 1900 tarihinde Vámbéry’yi Tirol’da ziyaret etti. Günlüklerinde bu ziyaret hakkında şunları yazıyor:

“Yetmiş yaşındaki bu aksak Macar Musevinin şahsında hayatımda gördüğüm en ilginç insanı tanıdım. Kitaplarını Alman dilinde yazan, 12 dili aynı mükemmellikle konuşan, daha fazla Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu adam hayatında 5 ayrı dine geçerek bunlardan ikisinde rahip oldu. Bunca dini bu kadar yakından tanıyınca ateist olması normal karşılanmalıdır. Şark ülkelerinden bana 1001 gece masalı gibi olayları anlattı, Sultan’la olan yakın ilişkisi gibi şeylerden bahsetti. Ayrıca bana ant içerek İngiliz ve Türk ajanı olduğunu söyledi. Macaristan’daki profesörlük unvanı sadece göstermelikmiş, Yahudi düşmanı bir toplumda yaşadığı bunca çileden sonra. Bana çok sayıda belgeyi gösterdi, bunlardan bazıları Sultan’ın kendi eliyle yazılmıştı; ancak Türkçe yazıldığı için okuyamıyordum ve içeriği hakkında bir şey diyemem. Oradayken yanımıza gelen William Hechler’i kaba bir şekilde yanımızdan kovdu, benimle yalnız kalmak istiyordu. Sözlerine şöyle başladı: “Ben paranın peşinde değilim, zengin biriyim. Altından biftek yenmez. Çeyrek milyonum var ve sermayemin faizlerinin yarısını bile harcamıyorum. Size yardım edeceksem, dava uğruna yardım edeceğim.” Benden planlarımızın tüm detaylarını, para vs. hususlarını öğrenmek istedi. Sultan’ın kendisinden Avrupa basınında lehinde bir kamuoyu oluşması için çalışmasını istediğini söyledi. Bu konuda yardım etmemi istedi. Bense yarım ağızla yanıt verdim. Konuşurken arada konuyu değiştirip başına gelen, oldukça ilginç olayları anlattı. Benjamin Disraeli sayesinde İngiliz ajanı olmuş. Türkiye’de önceleri kahvehanelerde şarkıcı olarak başlamış, aradan geçen bir buçuk yıl içinde Sadrazamla ahbap olmayı başarmış. İstese Yıldız Sarayı’nda konaklayabilirmiş (Padişah Sarayı), ancak suikast kurbanı olmaktan korkuyormuş. Sultan’ın sofrasında, hem de samimiyetten elleriyle yemek yiyormuş, ancak zehirlemekten korkuyormuş. Yüzlerce böyle ilginç şeyleri anlattı. Ben ona dedim ki … Sultan’a beni kabul etmesini söyleyin, birincisi, basında ona değerli hizmetler sağlayabildiğim için, ikincisi salt huzuruna çıkışımın bile onun Avrupa’daki itibarını yükselteceği için. Dilmaç (tercüman) olarak onu tercih ettiğimi söyledim. Ancak yaz yolculuğunun meşakkatlerinden dolayı çekiniyor. Zamanım bittiğinde, benim için harekete geçip geçmeyeceği meçhul kalmıştı. … Ancak bana vedalaşırken bana sarıldı ve beni öptü …”

Vámbéry Herzl’e karşı maddi bakımından herhangi bir ihtiyacı bulunmadığını vurgulamıştı ve para için değil, adil dava olarak gördüğü Siyonizm uğruna destek vereceğini söyledi. Buna rağmen padişahın huzurunda bir görüşme ayarlamak için 5.000 pound ve Musevi bankerlerin Osmanlı İmparatorluğu’na vereceği hatırı sayılır bir kredi anlaşmasına arabuluculuk yaptığı için uygun bir komisyon alması için yazılı bir teminat istemişti.

Aralık 1900’da gazeteler Osmanlı Devleti’nin siyasi Siyonizm nedeniyle Filistin için göç kurallarını sıkılaştırdığını yazdı. Bunun üzerine Herzl Vámbéry’ye şu satırları yazdı (28 Aralık 1900):

“Bana kalırsa bu hiç kötü bir alamet değil; aksine iyi bir işaret. Fahişe [Osmanlı Devleti’ni kastediyor] fiyatını yüksek tutmak istiyor, onun için sahip olunamayacağını söylüyor. Yanılıyor muyum?”

Herzl Ocak 1901’den itibaren Vámbéry vasıtasıyla doğrudan tehditler göndererek padişahı yola getirmeye çalıştı: Osmanlılar Yahudilerin isteklerine biraz daha ılımlı yaklaşmayacak olursa, Yahudiler Osmanlının tüm para kaynaklarını kesebilecekmiş.

Ağustos 1901’de Herzl Vámbéry’den kendisi ve Siyonistlerin Osmanlı padişahı için neler yapmaya muktedir olduğunu padişaha tekrar açıklamasını istedi. Padişah istese, Fransızların karşısında aciz düşmemesi için Herzl ona bir Torpidolu Muhrip gemisini bile temin edebilirmiş (Fransızlar bir süre önce ihtilaflı bir alacakları nedeniyle Midilli adasını savaş gemileriyle işgal etmiş, ancak Osmanlı Devleti ödemeyi taksit halinde yapmayı kabul ettikten sonra adadan tekrar çekilmişti). Herzl Vámbéry’ye ayrıca Filistin’e yerleşecek Yahudilerin göçü için gemi temin etmesi için 300.000 Hollanda Florini teklif etti; parayı söz konusu amaç uğruna istediği gibi harcayabilecekti, artanı da kendine saklayabilecekti, önemli olan sonuçmuş. Herzl’in mektubu amacına ulaştı: Kendi söylemine göre paraya ihtiyacı olmayan Vámbéry Herzl’in teklifini kabul etti, gerektiğinde Osmanlı Devleti’nde kendisi önemli bir vazife alacak veya hatta padişahı devirecekti.

Herzl, İtalya’nın ilk Siyonistlerinden Meranolu Tobias Marcus vasıtasıyla Vámbéry ile tanışmıştı. Herzl’e 13 Eylül 1898 tarihinde mektup gönderen Marcus, Vámbéry’yi şu sözlerle tarif etmişti:

“Daha önce söylediğim gibi, Vámbéry oldukça karmaşık bir şahsiyettir. Dahiane bir insan, ancak zarafet, eğitim ve karakterden yoksun biri. Kendini beğenmişliğiyle toplumda saygınlık sahibi herkese tepeden bakar. Her türlü din ve milliyetçilikten nefret eder. Güya kendisi çağın en büyük hür düşünen kişi, kendini kozmopolit bir insan olarak görmektedir, öte yandan İslam’ı ve aynı anda İngiltere’yi övüyor. Genelde bakılırsa, kendini fazlasıyla beğenmiş ve çelişkili karaktere sahip, sözlerine her zaman itibar edilmemesi gereken, yine de son derece dikkatli yaklaşılması gereken bir insandır, zira aleyhtarı olmak ziyadesiyle tehlikelidir.”

Herzl’in İstanbul’daki teması, yıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin Dahiliye Nezaretinin Sıhhiye Müdürlüğünü ifa etmiş olan Macaristanlı hekim Dr. Soma Wellisch (1866–1926) idi. Wellisch, Vámbéry’yi padişahla tanıştıran kişiydi

Drakula :

Vámbéry, Bram Stoker adlı yazarın 1897 yılında yayınlanan meşhur Drakula adlı romanı için ilham kaynağı olmuştu. Stoker 1890 yılında Vámbéry ile karşılaştığında, Vámbéry kendisine Rumen Prens Vlad III. Drăculea’nın (Drakula) efsanesini anlatmıştı. Bu tarihi kişilikten hareket ederek, Stoker romanının kahramanı Vampir Drakula’yı yarattı. Vampir kelimesinin Vámbéry ismiyle alakalı olduğu iddiaları, sözcüğün çok daha eskiye (18. yy.[2]) dayanması nedeniyle asılsızdır.

Drakula romanında Van Helsing Kont Drakula’nın geçmişinden söz ederken Vambery’den arkadaşı olarak bahseder.Van Helsing haberleştiği dostu Vambery’den Drakulanın geçmişini araştırmasını istemiştir.

Eserleri :

  • Deutsch-türkisches Taschenwörterbuch (Almanca-Türkçe Cep Sözlüğü), İstanbul 1858
  • Abuschka. (Çağatayca Sözlük, doğu el yazmalarından alıntılardan çeviri), Pest 1861 (Macarca)
  • Reise in Mittelasien (Orta Asya’da Seyahat), Leipzig 1865, 2. baskı 1873 (bu çalışması birçok dile çevrildi)
  • (Osmanlıcası: Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vustada Seyahati, Çeviren: A. H. Abdurrahim, Vakit Matbaası, Dersaadet, 1878)
  • (Türkçe çevirisi: Bir Sahte Dervişin Orta Asyada Seyahati, Çeviren: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009)
  • Tschagataische Sprachstudien (Çağatayca Üzerine Çalışmalar), Leipzig 1867
  • Meine Wanderungen und Erlebnisse in Persien (İran’da Gezi ve Hatıratım), Leipzig 1867
  • Skizzen aus Mittelasien (Orta Asya’dan Eskizler), Leipzig 1867
  • Uigurische Sprachmonumente und das Kudatku-Bilik (Uygur Dil Öğeleri ve Kutadgu Bilik), Innsbruck 1870
  • Geschichte Bocharas (Buhara Tarihi), Stuttgart 1872, 2 cilt
  • Der Islam im 19. Jahrhundert (19. Yüzyılında İslam), Leipzig 1875
  • Sittenbilder aus dem Morgenland (Şark Ülkelerinden Kültür Manzaraları), Berlin 1876
  • Etymologisches Wörterbuch der turkotatarischen Sprachen (Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik Sözlüğü), Leipzig 1878
  • Die primitive Kultur des turkotatarischen Volkes auf Grund sprachlicher Forschungen (Türk-Tatar Halkının Dil Araştırmalarına Dayanarak Basit Kültürü), Leipzig 1879
  • Der Ursprung der Magyaren (Macarların Kökeni), Leipzig 1882
  • Das Türkenvolk (Türk Halkı), Leipzig 1885
  • Die Scheibaniade, ein özbegisches Heldengedicht (Şeybaniname, Bir Özbek Destanı, Metin ve Tercüme), Budapeşte 1885

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Arminius_Vambery

Kaynak : https://twitter.com/Saka_larr

CEHALETİN BEDELİ

Lale Devri’ni bitiren isyan olarak bilinen Patrona Halil isyanı’nın lideri Patrona Halil, isyan sonrası iktidar boşluğundan yararlanıp Osmanlı Devleti’ni 44 gün süreyle idare etmiştir.

PATRONA HALİL
PATRONA HALİL

Bir gün yine halka konuşurken, fedailerinden biri kendisine verilen kâğıdı patrona Halil’e uzatıyor.

Patrona Halil kağıda göz ucuyla baktıktan sonra cebine koyuyor. Kağıtta “saraya gitme seni öldürmek için tuzak kurdular” yazıyor.

I. MAHMUT

Birinci Mahmut, kendisi ve avanesiyle görüşmek üzere bir yemek düzenliyor ve bu yemeğe avanesiyle birlikte Patrona Halil’i çağırıyor. Yemek günü geldiğinde patrona Halil avanesiyle birlikte saraya gidiyor ve öldürülüyor.

Patrona Halil’in öldürüleceğini bile bile saraydaki davete katılmasının nedeni, aslında öldürüleceğini bilmemesi. Çünkü Patrona Halil okuma yazma bilmiyor.

Daha da ilginci, okuma yazma bilmediğini avanesinden de saklıyor. Konuşma yaptığı sırada okumuş gibi yapıp kağıdı cebine koymasının muhtemel nedeni, kendince oluşturduğu karizmasını çizdirmek istememesi…

(Evliya Çelebi Twitter dan Alıntıdır.)

Ayaklanmanın sebebi, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın açtığı zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken bir kitle olmuştur. Nadir Şah’ın saldırısıyla yeniden başlayan İran savaşından olumsuz haberler gelmesi üzerine halk harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlanmıştı. Uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti.

Zamanın tarihini yazan Mehmed Raşid Efendi ve İsmail Asım Efendi, tepkilerin ve öfkelerin korkunç bir ayaklanmaya dönüşmesinde, halkın ekonomik sıkıntısına ve yüksek enflasyona rağmen geceli gündüzlü ziyafetlerin, Çırağan eğlencelerinin, sefere çıkmak istemeyen padişahla sadrazamının Davutpaşa Sarayı bahçelerine gidip bülbül dinlemelerinin baş rolü olduğunu yazarlar. Tarihçi Şem’danî-zâde ise daha pratik bir anlatım ile ayaklanmaya neden olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı “mirasyedi meşreb, gece gündüz zevk u sürûr icad idüb halkı aldadacak şey lâzımdır deyû bayramlarda meydanlarda dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurub erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, salıncağa binub inerken hubbaz yiğidlere kadınları kucaklatdıran, hoş-seda ile şarkılar söylettiren” kişi olarak tarif eder.

Topluluk tepkilerini halk ihtilaline döndürmeyi başaranlar, gerçekte Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın siyasi karşıtlarıydı.

Halk isyanının elebaşı Horpeşteli Arnavut Halil, leventlik ve Rumeli’de yeniçerilik yapmıştı ve yakın hemşehrileri arasında “Patrona” (koramiral) lakabıyla anılmaktaydı. İstanbul’da bir ara hamam tellaklığı veya esnaflık yaptığı da söylenmektedir. İstanbul meyhanelerine devamlı giderek alkol aldığı ve ihtilal yoldaşlarını da bu meyhanelerde tanıdığı bilinmektedir. Patrona Halil’i kendini ayaklanmaya elebaşılık etmeye kışkırtanların telkinleri ile 1730 yaz sonunda bir ihtilalci kadro toplamış ve ilk ihtilal planlama toplantısı 25 Eylül 1730’da Mevlid Alayı günü yapılmıştır. Bu grupta başkan Patrona Halil; yardımcıları Muslu Beşe ve Emir Ali ve kolbaşı kurmaylar olarak Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Halil adlarında daha çok zorba olarak adları çıkmış halk adamları bulunmaktaydı. Zorba ayaklanmacılar 28 Eylül Perşembe günü bayrak açıp şeriat için herkesin bayrak altına gelmesini istediklerini bağırarak üç koldan şehirde yürüyüşe geçtiler. Kapalıçarşı’ya Bayezid Camii’nin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar; çarşıya girip tüccarlara zorla dükkânlarını kapattırdılar ve çarşı girişlerini tutup kimsenin alışveriş için girememesini sağladılar. Birden yürüyüş kolları kalabalıklaşıp büyümeye başladı. Ana kola hedef Et meydanı oldu ve Patrona Halil ve erkanı bu meydanı merkez seçtiler. Bir grup da Üsküdar’a geçip orada muzır çıkarmaya başladı. Asayişi sağlaması gereken Yeniçeri Ağası Hasan Paşa bu kargaşalığa önce müdahale eder göründü ise de kalabalık dallanıp budaklanınca korkup, kurtulma çaresini kaçıp saklanmakta buldu.

Sultan ve sadrazam Damad İbrahim Paşa Üsküdar’da idiler. İstanbul Kaymakamı karşıya geçip gelişmeler hakkında bilgiler verdi. Karşılık olarak yapacakları kararlaştırmak için devlet adamları ve yüksek ulema Üsküdar’a çağrıldı ve Sancak-i Şerif Topkapı Sarayı’ndan çıkarılıp getirildi. O gece Sultan, Sadrazam ve devlet erkanı İstanbul’a geçip Topkapı Sarayı’na yerleştiler. Fakat o akşam Yeniçeriler ve Acemoğlanları da kazan kaldırıp, şeriat için yürüyüşe geçen ve geceyi sokaklarda geçiren halka katıldılar. 29 Eylül günü ayaklanmacılar İstanbul’un kontrolünü ellerine almışlardı. Patrona Halil yandaşlarına emirler verip yağmalar ve baskınlar düzenleyip isyana katılmayan veya isyancıların uygun görmedikleri kişilerin öldürülmelerine başlandı. Bu aranan ve kayıplara karışan kişiler arasında devrin ünlü şairi Nedim de bulunmaktaydı. Böylece Patrona bir terör havası yaratmayı ve kendine muhalif olacaklara gözdağı verip muhalefeti önlemeyi başardı. Etmeydanı’nda bulunan elebaşılar heyeti karargahına müderrisler getirip isteklerini fetvalar şekline dönüştürüp güya meşruiyet kazandılar. “Şeriat isteriz” yaygaralarıyla sokaklara dökülmüş halk güruhuna, tomruk ve zindan mahkûmlarının salınması ile katılanlar ve İstanbul’un bütün ayaktakımı öncülük ve liderlik etmeye başladı.

Bu gelişmeler üzerine Saray’dan gönderilen bir aracı ile Sultan III. Ahmet isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. Patrona Halil’in, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kellelerinin kesilmesini istediği belirtildi. Sultan duruma el koymak için Sancak-i Şerif’in açılmasını ve müslümanların bu sancak altına çağrılmasını emretti. Bu emire uyan çok az sayıda kişi Patrona Halil’in devriyeleri tarafından hemen dağıtıldılar. Yeni Kaptan-ı Derya olarak atanan Abdi Paşa, Patrona ile şahsi bir görüşme yapıp uzlaşma yolları araştırdı; ama başarı kazanamadı.

30 Eylül’de Topkapı Sarayı’nda yapılan toplantıda Zülali Hasan Efendi, Sadrazam İbrahim Paşa’nın idam edilmesini önerdi. Ulemanın fetvası da alınarak akşama doğru Sadrazam İbrahim Paşa ve damatları Mustafa Paşa ve Mehmed Paşa Kapılararası’nda boğduruldular. 1 Ekim sabahı, cesetleri öküz arabalarına konulup Saray’dan çıkartılıp isyancılara verildi. Ayaklanmacılar cesetleri İstanbul sokaklarında sürükleyip herkese gösterdiler.

Fakat, ayaklanmacılar arasında bu cesetlerden hiçbirinin İbrahim Paşa’ya ait olmadığına dair bir şüphe uyandı. Tekrar Saray’a bir yürüyüş başladı. Alay Köşkü önünde büyük bir kalabalık toplandı. Padişah pencereden görünmek zorunda kaldı.

Ulemadan Zulalî Hasan Efendi ve İspirzade asilerle uzlaşmaya gönderildiler. Fakat Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan III. Ahmet’in tahtan indirilmesini istediler. Uzlaşma heyeti de Patrona Halil ile isyanın sona ermesinin ancak Sultan III. Ahmed’in tahttan inmesi ile mümkün olacağına anlaştılar. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan III. Ahmet, 30 Eylül gecesi yeğeni Şehzade Mahmud’u Kafes Köşkü’nden getirip önce alnından öptü; saltanata dair öğütlerde bulundu ve şehzadeleriyle birlikte yeni sultana biat etti.

I. Mahmud önce Hirka-i Saadet dairesinde namaz kılıp dua etti ve gece yarısından sonra iç biat törenine katılıp Saray halkının tebriklerini kabul etti. 2 Ekim,1730’da İstanbul Osmanlı tahtına I. Mahmut geçtiğini ilan eden cülus topları ile uyandı. O gün Sadrazamlığa Silahdar Mehmed Paşa tayin edilmişti. Babüsaade önüne kurulan bir tahta oturan I. Mahmut için dış biat törenine hemen başlandı. Bu törende protokol ayaklanma liderlerinin uygunsuz giysi, hareket ve tavırları ile bir skandal oldu. Ön sırada baldırı çıplak Yeniçeri eri kıyafeti giyinmiş ile silahları kuşanmış olarak Patrona Halil, Muslu Beşe vb. efradı yer almıştı.

Ayaklanmacılar hemen organize olmaya başladılar. Patrona Halil, İstanbul Kadısı olarak Müderris İbrahim’i, Yeniçeri Ağası olarak eski yoldaşı Nişli Kel Mehmed’i ve Sekbanbaşı olarak Urlu Murteza’yi atamıştı. Yeni Padişah, ayaklanmacıların hazırladığı listelere göre, ta en küçük görev olan kürsü şeyhliğine kadar, yeni atamalar yapmak zorunda kaldı. Hatta, Patrona’ya ayaklanmadan önce borç vermiş ve ayaklanma sırasında kredi sağlamış olan Yanaki adlı bir Rum kasap Boğdan Voyvodalığı’na bile kâğıt üzerinde atanmıştı.

6 Ekim 1730’da yeni Padişah için Eyüp’te yapılan kılıç alayında İstanbul halkı arasından geçip camide, İslam peygamberi Muhammed’in kılıcını kuşandı.

Asiler daha önceki devirden elde kalan en önemli binaların bulunduğu Saadabat’daki köşkleri yakıp küle döndürmeyi arzu etmekteydiler. Fakat I. Mahmud bu yangına izin vermedi. Ama yine de buraların yıkılmasına engel olamadı. I. Mahmud ayaklanma elebaşlarını birer görevle İstanbul’dan uzaklaştırmayı denedi. Patrona Halil Yeniçeri Ağası tarafından yapılan 10 bin altın maaşla nerede isterse vali olması teklifini reddedip; amacının mal, mülk ve unvan edinmek olmadığını, bozuk düzeni kaldırmanın ana hedefi olduğunu belirtti. Güvenilir adamları aracılığıyla I. Mahmut, Kapıkulu asker ocaklarındaki isyancıları ve Patrona Halil etrafındaki kalabalığı kendi safına çekmekte biraz başarı kazandı. Patrona Halil, Şeyhülislam ve kazaskerin kefil olmaları ile bu yoldaşlarının ayrılmasını kabul etti.

Fakat yine bir ay boyunca Patrona sık sık Etmeydanı karargahından ayrılıp silahlı olarak Sultan’ın huzuruna çıkıp istek ve önerilerde bulunmakta ve ayrıca çarşı pazarda denetimde bulunmaktaydı. Kasım 1730 ortasında (çoğu Arnavut asıllı olan) Patrona Halil erkanı ile kapıkulu askerleri arasında, özellikle Patrona Halil erkanına sağlanan ayrıcalıklardan doğan hoşnutsuzluk dolayısıyla, uyuşmazlıklar başladı. Bunu önlemek için Patrona Halil Sadaret Kaymakamı görevini yüklenmek istediğini Sultan’a bildirdi. Bunun zararını anlayan Sultan hemen Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa’ya bir plan hazırlatıp uygulamaya koydu. 23 Kasım’da genel gündemli bir Divan-ı Hümayun toplantısı hazırlanıp Patrona Halil ve bütün erkanı bu toplantıya çağrıldı. Burada 25 Kasım’da bir gizli toplantı yapılması kararlaştırıldı. Bu gizli toplantıya gelen Patrona, erkanı ve muhafızları birbirinden ayrıldı. Silahlarından arındırılan Patrona Halil ve erkanı Sünnet Odası’ndan alınarak bir baskınla öldürüldüler. Dışarıda bekleyen muhafızlar ise birer ikişer ayrı ayrı idam edildiler. Enderun avlusu ve Sofay-i Hümayun bir savaş meydanına döndü. Patrona, erkanı ve muhafızlarının kelleleri ve cesetleri Saray’dan arabalarla çıkarılınca zorba kalabalıkları da hemen dağıtıldı.

İstanbul sıkı bir denetime alındı. Özellikle hamamlarda çalışıp yaşayan Arnavutlar dağıtıldı. 2.000 kişi yakalanıp ya idam edildi ya da Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Böylece 25 Kasım’dan hemen sonra Patrona Halil isyanı kalıntıları sona erdirilip I. Mahmud’un gerçek saltanatı başladı.

Kaynakça

^ *Altınay, Ahmet Refik (Hrz. Haydar Ali Dirioz), (1973) Lale Devri, Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları.

^ Sakaoğlu, Necdet (1999), Bu Mülkün Sultanları, Istanbul:Oğlak Yayıncılık, ISBN 975-329-299-6 say. 325-331.

^ Mehmed Raşid, Tarih-i Raşid c. III-V, İstanbul 1282/1865-66

^ Küçükçelebizade İsmail Âsım Efendi, Tarih-i Çelebizade Âsîm, Raşid tarihine zeyl İstanbul 1282/1865-66

^ Şem’danî-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi, (Haz. Münir Aktepe), Mür’i’t-i Tevarih (Cilt I-III), 1976-1981

^ Osmanlı Devletinde Yeileşme Hareketleri 1703-1876 sayf 6-7. Anadolu Üniv. yayınları…….

KALBİN ENERJİSİ

2 Mart 2012’de Afrika’daki bir insanın ölümünün ardından, akıllara durgunluk veren bir olay oldu… Lawrence Anthony adında bir çevre korumacı, Afrika’da yaşadığı evde ani bir kalp krizi geçirdi ve vefat etti…

Fillerle iletişim kurabilmesiyle, kontrol edilemez derecede agresif filleri sakinleştirmesiyle bilinen Anthony, birçok filin hayatta kalmasını sağlamıştı… Şaşırtıcı olan olay ise, Anthony’nin ölümünden 12 saat sonra yaşandı…Evine, kurtardığı fillerden bir grup tek sıra halinde yürüyerek geldi. 12 saatlik mesafeden geldiği sanılan bu filler,2 gün boyunca evinin etrafında kaldılar… Bir gün içerisinde başka bir yerden bir fil sürüsü daha geldi, onların da kat ettiği mesafeye bakıldığında, yola Lawrence Anthony’nin öldüğü an çıktıkları anlaşıldı…

Bu iki fil sürüsü kendilerine bakan, iletişim kurabildikleri, bu adamın ölümünü kilometrelerce uzaktan hissedebilmişlerdi. Filler ayrıca, Aynada kendilerini tanır, suyu daha sonra içebilmek üzere çukurlara gömer, ve inanılmaz bir hafızaya sahiptirler…

Anlaşılan o ki, bağlantı kurdukları bir kalbin durduğunu kilometrelerce öteden hissedecek kadar hassaslar… Anthony’nin öldüğünü nasıl anladıkları bir soru işareti, ama aynı zamanda da gelişleri, kalbin enerjisinin/iletişiminin tür farkı gözetmeksizin, çok geniş bir alana yayıldığının da kanıtı…

NatıonalGeographıc Mart 2014

BACKSTER  ETKİSİ

BACKSTER  ETKİSİ

1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Cleve Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi.

Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü. Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. 
Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”.

İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler. Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar. 
Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı. Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster. 
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.
Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilim adamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz. Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor. 
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor.
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor. Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler.

Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor. 
Hani “Kirazlı Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağlarında değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanlarındaki, Salda’daki, Toroslardaki ağaçlar da hissediyor. Bir gün biz de hissedeceğiz …

Kaynak: Bitkilerin Gizli Yaşamı, Peter Tompkins/Christopher Bird, 1973, Sungur Yayınları, Çev: Sulhi Dölek. 

Alıntı: Osman Kutlu

Şehrazat Yazıcı