BİR İNSANLIK ÖYKÜSÜ

(Türk sinemasının kötü adamı)

Sinema sanatçısı Hüseyin Baradan , eşi Hayriye Baradan ile Yunan Adaları’na gemiyle çıktığı gezide , büyük bir acı yaşadı…

Gemi Girit’e yaklaşırken eşini kaybetti , yapayalnızdı…

İşte o an kendi deyimiyle karşısında bir ” melek ” buldu…

” Melek ” , Girit’te bir seyahat acentasının sahibi Manolis Gavrilakis’ti…

Gavrilakis , İlk kez gördüğü bu Türk’ün acısına ortak oldu , sıkıntılarını paylaştı… ” Annem ” dediği Hayriye Baradan’ın cenazesinin İzmir’e çok kısa bir süre içinde gelmesini sağladı…

” Kurban Bayramı’nda , 45 yıllık eşim Hayriye Baradan’la uzun süredir görmeyi düşlediğimiz Yunan Adaları’na gideceğimiz için çok mutluyduk ” diye söze başladı

Hüseyin Baradan…

Günlerdir sadece çok yakınlarının bildiği bir sırrı açıklamadan önce derin bir soluk aldı , ” o acı günlere dönmek canımı acıtıyor ama artık yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum ” dedi ve başladı anlatmaya…

” Kurban Bayramı’nda Yunan Adaları’na düzenlenen bir geziye eşimle birlikte iştirak ettik… Gezi Kuşadası’ndan başlayacak , Mikonos , Rodos , Girit ve Santorini Adaları’nı kapsayacaktı. Gemimiz ” Odesus ” mükemmeldi…

Gemi kaptanı , 10 yaşına kadar Türkiye’de yaşamış bir Rum çocuğuydu . Gemide Türkler de vardı… Hatta Batı Dersaneleri’nin sahibi de eşiyle birlikte gemideydi…

Rodos’a geldiğimizde, özel bir gündü…

Eşime ” dolaşmaya çıkalım mı” dedim… ” Kendimi iyi hissetmiyorum , ben gemide dinleneceğim . Sen gez gel ” dedi bana…

Dışarı çıktım ama her yer kapalıydı . Açıkçası eşim yanımda olmadan pek keyif alamadım… Kısa sürede döndüm gemiye… Girit’e doğru yola çıktık…

Akşam yemeğinde yine dostlarımızla birlikte eğlendik… Saat 09.30 sıralarında gemi sallanmaya başladı . Eşim tedirgin oldu , ” Hüseyin ben kamarada dinleneceğim ” dedi.

Ben de onu yalnız bırakmak istemedim.

Odamıza çekildik… Bu arada, eşim ” ben fena oluyorum ” deyince telefonla doktoru çağırdım.. İnanmazsınız ama, bir ambulansta bile olmayacak sıhhi teçhizatla, bir doktor ve iki hemşire iki dakika içinde kamaraya girdiler.

Hemen eşime müdahale ettiler… Tansiyonunu ölçtükleri sırada , ” Hüseyin, ben ölüyorum ” dedi ve gitti…

O doktorların gayretini yaşamayan bilemez . Ama sonuçsuz kaldı…

Donup kaldım… Beni dışarı aldılar . Gemi personeli benim için seferber oldu . Girit’e geldik , gemi kaptanı , iki hemşire ve ben karakola , ifade vermeye gittik.

Gemi iki saat sonra kalkacak… Bize iştirak eden rehberler de ” ihtiyacınız olur “, diyerek 500 dolar bırakıp gittiler… Girit Adası’nda yapayalnız bir adamım . Param kısıtlı… Beni morga götürdüler , polis ifademi aldı.

Perişan bir haldeyim . Karakolda genç bir adam var… Birden, ” Ben size yardım etmek istiyorum ” dedi , ” Ben Comodor Seyahat Şirketi’nin sahibi Manolis Gavrilakis…”

Kendisine ” Çok teşekkür ederim ” dedim…

” Bakın çok yorgunsunuz . Ben şimdi sizi bir otele götüreceğim . Biraz dinlenin ” dedi…

Peki deyip çıktık,

” Astoria ” diye 5 yıldızlı bir otel… Orada sıkıntılıydım , yerimde duramadım… Az sonra Manolis eşiyle birlikte geldi . Yarı İngilizce , yarı Rumca anlaştık..

Sohbetimiz sırasında , kendisine ” Manolis , benim vizem yok , gemi de gitti ben şimdi ne yapacağım ” diye sordum…

” Sen bunu hiç düşünme . Ver bana pasaportunu , için rahat olsun…” diye yanıtladı sorumu…

” Manolis ne yapmam gerekiyor ” diye tekrar sordum…

” Beni dinler misin ” dedi ” Sen şimdi buradan git… Hayriye Anneyi bana teslim et..”

Bir an şaşırdım.. ” Hüseyin ilk kez gördüğün bir adama nasıl güvenirsin ? ” diye kendi kendime konuşurken , ondan bir teklif daha geldi:

” Ben size bir şey sormak istiyorum… Sizde çok kıymet verilen kendinden büyük insana ne denir ?..”

” Ağabey ” dedim..

” Müsaade edersen ben size ağabey diyeceğim . Buyurun yazıhaneme gidelim ” dedi.

Yazıhane çok güzel bir yerde… Ben ağlıyorum , ama onun nişanlısı benden fazla gözyaşı döküyor . Şaşkın bir haldeyim..

Manolis , ” Ağabey ” dedi , ” Ben her şeyi ayarladım .Şimdi sen buradan uçağa bineceksin , Atina’ya gideceksin… Havaalanında seni bir araba karşılayacak . Şoförün elinde, isminin yazdığı bir levha göreceksin

Otelde 134 no lu odada kalacaksın.

Şoför ertesi sabah seni otelden alacak , Atina Havaalanına gideceksin.. Oradan Türk Hava Yolları’nın 10.45 sefer sayılı uçağına bineceksin . İstanbul’a vardığında 14.35’te kalkan İzmir uçağına bineceksin…”

Bunları söyledikten sonra , yazıhanesinin bir köşesinde bulunan ” ikonu ” bana uzattı ve ekledi:

” Ağabey sen Müslümansın . İnanmayabilirsin ama al çantana koy . Bu seni rahatlatır…”

Aldım ikonu , çantama koydum.

Haydi şimdi havaalanına gidiyoruz ” dedi..

Peki dedim , ” Eşimin cenazesi nasıl gelecek ?..”

” Sen onu düşünme ” diye yanıtladı sorumu ve devam etti: ” Anne bana emanet… Bu işler biraz fazla sürer , ama sakın merak etme… En kısa zamanda anneyi İzmir’e göndereceğim…”

Arabasına bindik , elinde bir paket , yolluk hazırlamış , suyundan ekmeğine varıncaya kadar her şey var… Çekindiğimi anlayınca , ısrar etti :

” Bak bu saate kadar hiçbir şey yemedin… Bunları mutlaka ye..”

Bir de ilaç verdi , ” bunu da 6 saatte bir içersiniz . Sizi rahatlatır…”

Manolis ve eşi uçak kalkıncaya kadar bekledi . Beni uğurladılar. Uçakta yalnız kalınca ” 45 yıllık karını ellerin elinde nasıl bıraktın ” diye başladım içten içe ağlamaya…

Atina’ya geldik . Kapıda bir Mercedes , yanında bir şoför , elinde ” Mr. Baradan ” yazılı bir levha… Dediği otele girer girmez telefonum olduğunu anons ettiler , danışmaya gittim…

” Abi ben Manolis , rahat geldin mi.. Ağlama bak , sakın ola ki otelde yememezlik içmemezlik etme… Saatte bir arayacağım seni… İlacını içtin mi ? “

Gece yatmadan önce , saat 01.00’de bir telefon daha… ” Abi hapı içersen sakın içki içme…”

Ertesi sabah 09.00’da araba geldi… Beni aldı , Atina Havaalanına vardık . İçeri girer girmez , yine telefon anonsu..

” Alo abi ben Manolis , nasılsın , iyi misin . Hiç üzülme , anneye otopsi yapıldı en yakın zamanda göndereceğiz..”

Bu arada Hüseyin Aslan , Hakan Tartan , Dışişleri Bakanlığı devreye girmiş.. Hakikaten bürokrasi uzun iş… Geldik İstanbul’a…

Havaalanına iner inmez , ” Sayın Hüseyin Baradan , danışmaya gelmeniz rica olunur ” diye bir anons… Gittim yine Manolis…

” Abi Manolis , geldin değil mi , şimdi rahatladım oh… İlacını içtin mi…”

Bu arada iki kez Hüseyin Aslan’ı üç kez de oğlumu aramış ” merak etmeyin baba az sonra uçakla geliyor” diye…

İzmir’e gelince beni Ege Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan ile İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina karşıladı….

Büroya gelince , Manolis’i aradım… Bana söylediği tek şey ; ” Anneyi düşünme , cenaze pazar günü geliyor ” oldu.

Pazar günü cenazeyi almaya gittiğimizde şaşkınlıktan dona kaldık… Manolis cenazeyi gelin gibi süslemişti . Gözyaşlarımı tutamadım…

Ertesi gün Hocazade Camii’nde yapılan dini törenden sonra Hayriyemi toprağa verdik… Onca kalabalığa karşın beni en çok duygulandıran, tam tören saatinde Manolis’in cep telefonundan araması oldu:

” Abi üzülme sakın ha, ağlamayasın… Çok kalabalık var değil mi ?.. İnsanın sevilmesi kadar güzel bir şey yok . Ben her zaman yanındayım artık..”

Eşimi defnettikten sonra Manolis’i aradım telefonla… ” Sevgili dostum… En acı günümde yanımda oldun… Söyle bana , senin için ne yapabilirim ? “

Tek bir şey söyledi Manolis , ” Bunları düşünme , beni kardeşinin yerine koy bu bana yeter . Ama ille de bir şey yapmak istiyorsan , İzmir’in methini çok duydum , hele Kordon’u pek güzelmiş… İkinci balayımı İzmir’de geçireceğim. Bana rakıyla balık ısmarlarsın , ödeşiriz…”

Gördüğün gibi Hürolcuğum ; yardımseverlik , ne dil , ne din , ne ırk hiçbir şey dinlemiyor . İnsanlık başka bir olay… Biliyor musun , oradan buraya cenaze masrafları 6000 dolar… Uçak , yol , otel paraları bunun dışında… Söyle Allah aşkına , böyle bir iyiliği bugün kim yapar ?…

Bu yaşadıklarımdan sonra , Yunan Başkonsolosluğu’na , Yunan Konsolosluğu’na , Yunan Dışişleri Bakanlığına , Kültür Bakanlığı’na , Girit Valisi’ne , Girit Belediye Başkanı’na birer mektup yazdım .

Dedim ki :

” Sizin işte böyle bir vatandaşınız var , onunla gurur duyun…”

Acıyla dostluğu bir arada yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hürol… İşte ben bunu ilk kez gördüğüm bir insanla o kadar yoğun yaşadım ki…

İnsanlığını kaybetmiş bu kadar kötünün içinde yaşarken , böyle şeyler bana çok ama çok ağır geliyor..!

Bilimsel Tarım

İlk defa FOX TV haberlerinde gördüm sanırım. TV nin sesi kısıktı. ”İsviçreli veya Hollandalı modern çiftçilerden biri, Türkiye de niye olmaz böyleleri” diye düşündüm. Sesini açınca röportajın sonuna yetiştim ve ŞOKKK , adam Türkiye’ de çiftçi …

Çiftçi demek tuhaf geliyor, zira adam çiftçi denince akla gelen şeyden çok farklı bir yerde. Süt işiyle uğraşıyor aslında. Ancak yemini kendi yapıyor. Yem üretmek için ekiyor, biçiyor. Neyi nasıl elde edeceğini araştırmış, deniyor. Verim alınca paylaşıyor. Çiftliğini son derece randımanlı bir şekilde kullanıyor.

Bu muhteşem adamın adı;

Sencer Solakoğlu…

11 yaşında İsviçre’ye gitmiş sonrasında ABD de Davranış bilimleri üzerine akademik kariyerini yapmış. Birkaç yabancı dili çok iyi konuşabiliyor. Orada bir süre çalıştıktan sonra 2008 yılında çiftçi olmaya karar vermiş oradan buradaki vatandaşa ”hainler” diye çemkiren şoparların aksine Türkiye ye dönmüş. ve Bursa Karacabeyde FEYZ ÇİFTLİĞİ ni kurmuş.

Tarım bakanınn destek olacak yerde ”Nişantaşı çiftçisi” diye kendince dalga geçtiği(!!!!!) Sencer Solakoğlu 6000 dönüm arazide tarımsal üretim yaparak yaklaşık 2000 hayvanlık süt çiftliğini besliyor… Binin üzerinde sağmal ineğe bakıp günlük inek başına 40 lt ortalamalara kadar getirmeyi başarmış, hayvanların yemini de kendisi tarlada üretip hayvan gübresiyle bu tarlaları gübreliyor. Ahırın kurulmasından, sağıma kadar her şeyi kendi kurmuş ve elemanlarını da kendi yetiştiriyor. Anladığım kadarıyla her yaptığı işte birçok akademik çalışmayı takip ederek bilinçli yapmaya çalışıyor. Milyonlarca lira paralar harcayıp patronu olduğu işte aynı zamanda işçilik de yapıyor ve ne kadar zevk aldığı gözlerinden belli oluyor. Kendisi Türkiye’nin özlediği çağdaş, bilgili, çalışkan insanlardan. Adamın web sitesi bile buram buram kalite kokuyor;

Kurduğu çiftlik dünya’da süt verimliliğinde ilk 10 içerisinde, teknolojik ve teknik üretim yapıyor. Yabancı çiftçiler ve heyetler gelip çiftliğini inceliyor adamın.

Ama burası Türkiye, tarım bakanını eleştirdiği için apar topar baskına gidip 5 yıllığına bütün desteklerden muaf bırakıyorlar. Yıllık ortalama iki milyon liralık bir zarara uğratıyorlar.

Başka bir ülkede olsa plaket üstüne plaket verilip baş tacı yapılacak ve diğer çiftçilere örnek teşkil etmesi için derin bilgisinden sürekli yararlanılacak bir adamı üretimi bırakıp yargıda hakkını aramak, Tarım bakanlığından destek görmek yerine Tarım bakanlığına dava açmak zorunda bırakılıyorlar. Neyse ki kendisi tarım bakanlığına karşı açılan davayı kazanıyor, kendisine verilen ceza mahkemeden dönüyor…

Ülkemiz adına halen umudumuz olması gerektiğinin ete kemiğe bürünmüş hali SENCER SOLAKOĞLU…Vatanseverlik nasıl olur sorusunun cevabıdır…

Kendisini ayakta alkışlıyor, gönülden destekliyorum. Ürettiği muazzam katma değeri daha yakından görmek isteyenler için
https://feyzsut.com.tr/

ESİN MUMCUOĞLU

Dünya’nın Merkezi, Milyon Taşı

Milyon Taşı


Milyon Taşı, İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında bulunan bir taştır. Bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden yanından geçtiği bu taş, tarihi bir özellik taşıyor. Milyon Taşı, İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında bulunan bir taştır. Bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden yanından geçtiği bu taş, tarihi bir özellik taşıyor. 4. yüzyılda Roma İmparatoru I. Konstantinus tarafından dikildiği kabul edilen taş, İstanbul’a ulaşan Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktasıdır.

Milyon Taşı, Roma kültüründe önemli bir tarz olan tetrapylon (dört sütun, dört kapı ve bir kubbeden oluşan dikdörtgen yapı) şeklinde yapılmıştır. Yapıldığı dönemde kubbesinde kabartmalar ve heykeller bulunsa da zamanla tarihi taşın bir kısmı yıkılmıştır. 1884 yılına kadar sıfır meridyeninin Milyon Taşının bulunduğu İstanbul’dan geçtiği kabul edilirdi. Dolayısıyla dünyada birçok ülke saatlerini İstanbul’a göre ayarlardı. Hatta haritalar bu nokta esas alınarak hazırlanır ve yönler buraya göre bulunurdu. 1884’te Washington’da düzenlenen Uluslararası Meridyen Kongresi’nde başlangıç meridyeninin konumu İstanbul’dan Greenwich’e taşınmıştır.

Dünyadaki bazı şehirlerin Milyon Taşına uzaklıkları:

Lefkoşa – 1846 km

Bakü – 1756 km

Moskova – 1757 km

Mekke – 2407 km

Berlin – 1740 km

Amsterdam – 2214 km

Tahran – 2040 km

Roma – 1377 km

Paris – 2258 km

Şam – 1488 km

Tokyo – 8954 km

Londra – 2502 km

Halikarnas Balıkçısı

Doğum17 Nisan 1890 Girit Yunanistan
Ölüm13 Ekim 1973 İzmir
KardeşleriFahrelnisa Zeid, Aliye Berger, Ayşe Erner, Suat Şakir Kabaağaç, Hakkiye Hanım.
EbeveynleriSare İsmet Hanım, Mehmet Şakir Paşa
Cevat Şakir Kabaağaçlı

1890 – 1973

Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. 1890’da Girit’te doğdu. 13 Ekim 1973’te İzmir’de yaşamını yitirdi. Yazılarında, çok sevdiği Bodrum’un antik çağlardaki ismi olan Halikarnasos’tan esinlenerek Halikarnas Balıkçısı takma adını kullandı. Osmanlı Padişahı Abdülhamit döneminin devlet adamlarından tarihçi Şakir Paşa’nın oğlu. Çocukluğu babasının görevi nedeniyle bulundukları Atina’da geçti. İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi’nde, ortaöğrenimini Robert Kolej’de tamamladı. İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi’nde dört yıl Yakın Çağlar Tarihi okudu, üniversiteyi orada bitirdi.

İstanbul’a dönünce Diken, Resimli Gazete, Resimli Ay, İnci gibi dergilerde yazılar yazdı, kapak resimleri ve süslemeler yaptı, karikatürler çizdi. Çizgi romanlar yaptı.

İlk öyküleri 1920’li yılardan başlayarak yayınlandı. Cumhuriyet’in ilanından sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden 3 yıl kalebentliğe mahkum edildi ve Bodrum’a sürüldü. 1.5 yıl Bodrum’da kaldı. Cezasının son yarısını İstanbul’da geçirdi. Yeniden yürekten bağlandığı Bodrum’a döndü. 1947’den itibaren çocuklarının eğitimi için İzmir’e yerleşti. Ölümünden sonra da kendi eseri olan Bodrum’a gömüldü. Mezarı Bodrum’da.

BALIKÇININ KENDİ KALEMİNDEN ÖZGEÇMİŞİ

1890 yılında ada Türk iken Girit’te doğdum. Babam, Türkiye’nin Atina Sefiri oldu. Falerin’da ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon’un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı alemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım. Yazı öğrenmeden önce, sabahtan akşama kadar resim yapardım. sonra Büyükada’da oturduk. Altı yaşında oradaki mahalle mektebinde okuma yazma öğrendim. 10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej’ e gönderildim. Sabah, öğlen, akşam ve yatmadan önce dua ediyorduk. Ben İsrail’in boyuna, Cerikaya, öteye beriye taşınan taşlardan bıktım. Kütüphanelerde, içleri hayat dolu kitaplar vardı. Okudum. Ama, 700 öğrenci arasında o kitaplar bana yasak edildi. Elektrik feneri icat edilmişti. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce… Ama on üç yaşımdan sonra yazmadım. Çünkü, Pazar günü kilisede okuduklarımı yazmamı istediler.

Ben de, herif eşek arısı gibi vızıldarken, yanı başlarında uyuyan arkadaşların kulaklarına çöp soktuklarını ve başka realiteyi yazdım. Skandal oldu, paylandım, artık yazmadım. Kolej’ den sonra İngiltere’ye göndermek istiyorlardı. Porstmouth’ da ki mektebine gitmek istedim. Münasip görmediler. Oxford’a gönderdiler. İsteksiz gittim. En kolay konuyu seçtim, üç dört yıl öğrendim. Üç dört yılda öğrendiğimi unutmak için sarfettim. Ama kütüphanelerden, hem sonradan Londra Üniversitesi’nden istifa ettim. İlk dünya savaşında hastaydım. Savaş sonrası asker kaçaklarının kendileri gelip teslim oldukları halde yargılanmadan asıldıklarını yazdım. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, Bodrum’da üç yıl kalebentliğe mahkum ettiler. Asıl mimledikleri M.Zekeriyya’yı mahkum etmek istiyorlardı. Ama yazıda suç bulamazlarsa yazıyı basan da serbest kalacaktı. Bodrum’a vardığım zaman 34 yaşındaydım.

Ondan önceki mektep hayatımın bende bıraktığı intiba şöyleydi. İstiklal Mahkemesi’nde mevkuf iken, bir gece rüyamda çocukluğumu, hala Kolejde olduğumu görmüştüm. Uyanınca hapishanede olduğumu ve kolejde olmadığımı gördüm ve, çıldırasıya sevindim. Bu hürriyetti bre!… Oysa ki, kolejde Fikret’in oğlu Haluk’ta, benimle aynı tabiydi. Halikarnas’ da, üç dört yaşındayken Faleron’ da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş yetiştirdim. Gece rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum. Arkamda, yüz binlerce portakal ve grapa fruit ağaçları kökleri üzerine kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı vitamin ve ışık bombaları portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz.

Sonrası Halikarnas Balıkçı’ sı. İşte o kadar!

BALIKÇI’NIN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Bilimin Anadolu’dan fışkırdığına inanan Balıkçı, Orta Asya’dan gelmiş olmanın gerçeğiyle Anadolu’yla kaynaşmış olmanın şansının, bir hümanizmde birleştirilmesini istiyordu,

Balıkçı, çağdaş bir kültüre giden yolda en büyük en usta rehberdi. Çünkü çağdaş kültüre uzanmak isteyen bir toplum, klasik kültüre sahip olmalıydı.

Klasik kültür olmadan çağdaş kültüre uzanmak isteyen toplumlar “az gelişmişlik çemberini” asla kıramazlar. Belki genişlerler ama bunun adına şişmanlık denir, akıl devri denmez.

Balıkçı bize şunu demiştir; “Çağdaş olmak istiyorsanız, klasik akıl devriminizi tamamlamak zorundasınız. Klasik kültürün temeli de Anadolu’da atılmıştır. Bilim, felsefe, kültür, şiir, aritmetik, trigonometri, astronomi gibi akılı akıl yapan ne varsa bu bilgi enerjilerinin hepsi Anadolu’nun yediveren toprağının içinden fışkırmıştır. Öyle ise ayağınızı toprağınıza sağlam basın. Anadolu’ya sahip çıkın. Orta Asya’dan gelmiş olmanın gerçeğiyle Anadolu’yla kaynaşmış olmanın şansını bir hümanizmde birleştirin.

Bu sentezi yapıp çağdaşlığa uzanırken egemenlerin değil, emekçi halkın yanında olun, yurtseverlikle insancılığınız, evrensel bir sömürüsüz dünya arzulasın. Çünkü siz, Konstantin’den yana değil, Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmalısınız.”

Kurtuluş Yolu

İşte Balıkçı’nın görüşü buydu. İnsan sevgisinden yurtseverliğe, oradan hümanizmaya uzanan bir çileli ve eziyetli yol…

Bu yol bizim kurtuluş yolumuzdur. Ya Ortadoğulu olacağız, ya da Anadolulu…

Ya ticaniler ülkesi olacağız, ya da yunuslar okyanusu…

Ya despotlar devleti olacağız, ya da Dede Korkut’lar dergahı…

Ya terör cenneti olacağız, ya da Nasrettin Hoca’lar toprağı…

Ya Saidi Nursi, ya da Mimar Sinan…

Ya Vahdettin, ya da Hasan Tahsin…

Ya zaptiye düdüğü ötecek, ya da Homeros’un şiirleri söylenecek…

Mutlaka bir tercih yapmamız gerekti. Biz Çağdaşlıktan yana tercihimizi koyuyoruz. Öyle ise Balıkçı bizim rehberimiz, canımız, sevgilimiz, dostumuz, arkadaşımız, türkümüz, bayrağımızdır…

Bu gerçeği ancak “bilinç” için çırpınan beyinler görebilir. İşte bunun için, tercihimizi bilinçten yana yaptık.

Cevat Şakir KABAAĞAÇLI Eserleri

ROMAN:

  • Aganta Burina Burinata (1946)
  • Ötelerin Çocuğu (1956)
  • Uluç Reis (1962)
  • Turgut Reis (1966)
  • Deniz Gurbetçileri (1969)

DENEMEİNCELEME-MİTOLOJİ:

  • Anadolu Efsaneleri (1954)
  • Anadolu Tanrıları (1955)
  • Anadolu’nun Sesi (1971)
  • Hey Koca Yurt (1972)
  • Düşün Yazıları (1981, ölümünden sonra)

ÖYKÜ:

  • Ege Kıyılarından (1939)
  • Merhaba Akdeniz (1947)
  • Ege’nin Dibi (1952)
  • Yaşasın Deniz (1954)
  • Gülen Ada (1957)
  • Ege’den (1972)
  • Gençlik Denizlerinde (1973)

ANI:

  • Mavi Sürgün (1961)

ÇOCUK KİTAPLARI:

  • Denizin Çağrısı
  • Yol Ver Deniz

BİR BODRUM MASALI

Muğla – Bodrum

Siyaseti ve kadınları hayat sanan bir dostumla bir akşam üzeri Bodrum’da denize karşı oturmuş hepimizin her gün konuştuğu mevzular laflıyoruz. Baktım bu sıkıcı konuşma uzayacak, “çalışmadığı bir yerden sorayım da lafın güzergâhı değişsin bari” dedim; arkamızda sıra halinde duran palmiyeleri göstererek, “Bu palmiyeleri buraya kim getirdi biliyor musun?” diye sordum. “Bilmem. Burada yetişmişler herhalde” diye cevap verdi. “Hayır,” dedim. “Burada yetişmediler, sonradan birisi getirdi onları buraya. Halikarnas Balıkçısı adını duydun mu?” “Duydum galiba” dedi. “İşte o getirdi.

Asphat

Ha sadece palmiyeleri değil, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları da o getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de. Mimozaların gelişinin en az kendileri kadar güzel bir de hikâyesi var. Prosper Mérimée’nin ‘Carmen’ novellasını Türkçe’ye çevirirken, esmer İspanyol kızlarının saçlarına küçük mimoza demetleri taktığını okur ve ‘Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar’ diye düşünür.

Mimoza Ağacı

Paris’ten mimoza tohumları getirtir, onları Bodrum sokaklarına, bulabildiği her yere, rastgele eker. Bir süre sonra her yeri mimoza sarar. Bir gün, bir düğün alayında Bodrumlu kızların saçlarına mimozalar taktığını görünce de sevincinden havalara uçar.”

Begonvil

“Botanikçi miydi?” diye sordu dostum. “Hayır, yazardı. Hem greyfurt tohumunu da ilk o getirdi memleketimize, böylece bu muhteşem meyveyle onun sayesinde tanışmış olduk.” “Ondan önce greyfurtu bilmiyor muyduk yani?” “Bilmiyorduk!”

Greyfrut Ağacı

Lafın burasında arkadaşımın merakı arttı: “Peki yolu nasıl düşmüş Bodrum’a bu Balıkçı’nın?” “İstiklal Mahkemeleri’nin hem Bodrum’a, hem de Türk edebiyatına hediyesidir Halikarnas Balıkçısı.

Cevat Şakir ve Ailesi

İlginç bir hikâyesi var, anlatayım sana” dedim. Buraya yakın bir yerde, Girit’te 1886’da doğmuş Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı. Şakir Paşa’nın oğludur. Atina sefiri, validir aynı zamanda babası… Çocukluğu Yunanistan’da geçmiş. Oxford’da okumuş. Orada güzel bir İtalyan kadınla tanışmış, adı Agnezi… Sonra Agnezi’yi almış memlekete gelmiş. Afyon’da büyük bir çiftlik evine… Şakir Paşa evin her yerine birer silah saklarmış… Her an, her yerden bir düşman çıkabilir diye. Bu arada Agnezi’yle Şakir Paşa’nın memnu aşkı çoktan dedikodu olmuş düşmüş elin diline. Çiftlik evinde bir gece vakti Cevat Şakir, babasına çıkışmış, ‘O senin gelinin’ demiş, ‘utanmıyor musun?’ Babası ilişkiyi inkâr etmiş. Tartışma büyüyünce her birisi bir silaha davranmış, iki silah aynı anda patlamış, oğlun silahından çıkan mermi babayı bulmuş.

Babası Şakir Paşa

BABA KATLİNE 15 YIL KÜREK CEZASI Baba katili Cevat Şakir, çıkarıldığı mahkemede 15 yıl kürek cezasına çarptırılmış. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanmış, serbest kalmış. Tekmil hikâyesini anlattığı hatıratından babasıyla arasında geçenlerden hiç bahsetmez. O bir sırdır, kimseye anlatmaz. Yıllar sonra Bodrum’dayken, uzaktan mektuplaştığı ve evliyken tutkulu bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a itiraf eder 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda: “Babamı öldürdükten sonra kendime olan güvenimi kaybettim. Kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.” Cumhuriyet yeni kurulmuş, Üsküdar’da bir evde yaşıyor, tam bir tutunamayandır Cevat Şakir. Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta Dergisi’ne yazılar yazıyor, kitap kapakları yapıyor, bir yandan da tercümeler kazandırıyor Türk edebiyatına. Ne de olsa yedi dil biliyor. İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, zira askere giden her nefer, üstüne urbayı geçirdikten sonra firar ediyor. Öyle ki Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e gidip dert yanmış, “Paşam, leşkeri değil de milleti giydiriyoruz, bu işe bir çare” demiş, kimsenin sırtında libas yok, askeri kıyafetleri giyen evin yolunu tutuyor. O yüzden kurulan İstiklal Mahkemeleri, firariler için kolayca idam cezası veriyor. Cevat Şakir de, o günlerde “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl gider?” diye bir hikâye yazıp göndermiş dergiye. Tam o sırada Şeyh Sait isyanı patlak vermiş.

‘SON DEFA İSTANBUL’A BAK, BİR DAHA GÖREMEYECEĞİZ’ Ardından Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Ankara’da “Üç Aliler Divanı” çalışmaya başlamış. Yazdığı hikâyeyle “halkı isyana teşvikten” dolayı “Üç Aliler Divanı” ‘na çıkarılmak üzere trenle yola çıktıklarında Zekeriya Bey’le, Kartal’da, “Son defa İstanbul’a bak, bir daha görmeyeceğiz” demiş Cevat Şakir arkadaşına. Mahkemede Kel Ali ikisinin de idamını istemiş, Kılıç Ali karşı çıkmış, üçer yıllık kalebentlik cezasını uygun görmüşler iki yazara, Zekeriya Bey’in payına Sinop, Cevat Şakir’in de Bodrum düşmüş. Ankara’dan İzmir’e trenle iki er nezaretinde kolayca ulaşmış. O zamanlar Bodrum’a sadece denizden gidiliyor, karayolu henüz yok. Ama onu deniz yoluyla götürmüyorlar, ne de olsa o siyasi bir suçlu, “Denize atlar, Yunanistan’a kaçar, nemize gerek” diye karayoluyla gönderiyorlar. Aylar sonra Milas’a ulaşmış. Milas’tan da “Başka yerde ölüp nur içinde yatacağıma, burada nur içinde yaşarım” dediği Bodrum’a kadar yürümüş. Şansına iyi kalpli bir kaymakam çıkmış. Kaleye kapatmamış onu, çarşının içinde aylık kirası 25 kuruşa şirin bir Bodrum evinde cezasını çekmesine izin vermiş. Ve o saat cennete düştüğünü anlamış. Baştan ayağa Bodrum mavisine bulanmış! Yazı yazmış, koyları keşfetmiş, bitkilerle ilgilenmiş, balıkçılık yapmış, bir kayık almış bazen günlerce maviliklerde kaybolmuş. Bir süre sonra “denizde balık adam, karada ağaç adam” olmuş çıkmış. Bitkilerle ilgili kitaplar bulmuş, okumuş, araştırmış, Avrupa’da bu işle ilgilenenlerle yazışmış, tohumlar istemiş, fidan bulmuş hepsini Bodrum’un her yerine ekmiş, dikmiş, sonra da ora ahalisiyle birlikte onlara gözü gibi bakmış. Bu sırada devlet, cezasının kalan kısmını İstanbul’da tamamlamasına karar vermiş. Gözü arkada kala kala İstanbul’a gitmiş, cezası bitince koşa koşa tekrar Bodrum’a gelmiş. Burada yeniden evlenmiş, belediyeye bahçıvan olarak girmiş, çocukları olmuş, onların eğitimi derken Bodrum’u bırakıp İzmir’e yerleşmiş mecburiyetten.

İzmir’de de turist rehberliği işini ilk olarak o keşfetmiş. O yüzden bir diğer adı “pir-i rehberan” dır. 1945 yılında hemen hemen bütün ünlü yazar ve şair arkadaşlarına bir mektup yazmış ve belirlediği tarihte hepsinin İzmir’de olmalarını istemiş. Gelirlerse eğer onları deniz yoluyla cennete götürecek!

İZMİR’DEN MAVİ YOLCULUK Çağrısına Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Erol Güney, Sabahattin Ali, Samim Kocagöz, Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı cevap vermiş, aynı günde İzmir’de buluşmuşlar.

Mavi Yolculuk

Bir tekneye ekmek, peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak açılmışlar Ege Denizi’ne. Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacak, bütün dünyayla ilişki kesilecek ve o zamana kadar hiçbirisinin gitmediği Bodrum denilen mavi cennette kaybolacaklar. Öyle de olmuş. Sonra aynı tarihte her sene bu gezileri tekrarlamışlar. Daha sonra geziye katılan Azra Erhat, bu yolculuğu anlatan kitabına ‘Mavi Yolculuk’ adını koyunca, o gün bugün Ege ve Akdeniz’de çıkılan ve günlerce denizde kalınan seyahatlerin adı ‘mavi yolculuk’ olarak kalmıştır.

ALINTIDIR.

Ayrıca Dinleyiniz : Botanitopya Bodrum’un Gönüllü Bahçıvanı: Halikarnas Balıkçısı Açık Radyo Benan Kapulcu 14.07.2019 – tarihli programı.

Begonviller
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı
Mezarı.
Gümüşlük
Cevat Şakir Kabaağaçlı

Meğer Davullar Denkmiş…

“İlk defa İsveç’te bir kızla çıktık.
Muhabbet ediyoruz,
kız sevdiğim filmleri soruyor,
okuduğum kitapları soruyor,
gezdiğim ülkeleri soruyor.
Ama işimi sormuyor.
Ben alışmışım Türklere, adın nedirden sonra
ikinci soru işin nedir?
Yok abi döndük dolaştık sevdiğimiz yemeklere falan geldik
hala sen ne iş yaparsın demiyor kız bir türlü.
En son ben sordum, dedim ki ya her şeyi sordun da, sen ne iş yaparsın diye sormadın.
Dedi ki kız, ne iş yaptığını sorarsam dolaylı olarak sosyal statünü, kaç para kazandığını da sormuş olurum.
Ayıptır.
Ben paranı, statünü merak ettiğim için değil seni merak ettiğim için buradayım.
O gün anladım ki bizde kast sistemi var. Atasözümüz var davul bile dengi dengine diye. Meğerse her davul denkmiş.
Başka gün yüksek mühendis bir amcayla tanıştım.
Ne projeler yapmış.
Tüneller, köprüler, havaalanları vs…
Senin yaşında oğlum var dedi.
O da mühendis mi dedim.
Hayır işçi, duvar ustası dedi.
Dedim o nasıl oldu, mühendisin oğlu işçi olur mu?
Bizde olsa babam döve döve okutur mühendis yapar.
Adam kızdı.
Niye öyle diyorsun benim oğlum çok iyi bir duvar ustasıdır. Zorla kötü mühendis olacağına, iyi bir duvar ustası olmasının ne kötülüğü var dedi.
Adam gurur duyuyor oğluyla.
Utandım.
Utandım çünkü biz toplum olarak buyuz.
Böyle yetiştik, yetiştirildik.
Bizde kast sistemi var.
Mühendisin oğlu gerekirse zorla kötü bir mühendis yapılır,

iyi bir duvar ustası olmasına izin verilmez…”

Ancient Secrets Facebook sayfasından alıntıdır…

Büyülü bir işlem

Foseptik çukuruna neden ciğer asılır?

Foseptik çukuruna neden ciğer asılır?

”Özellikle gurbette yaşayan memur aileler,okulların tatile girmesiyle birlikte köydeki evlerine gider, tatili orada geçirirler.
Köy yerlerinde altyapı olmadığı için foseptik çukuru olur.
Yaz tatili bittiğinde, evden çıkmadan önce, aile tüm hazırlıklarını tamamlar ve en son bir kuzu ciğerini de ipe bağlayıp, tuvaletin çukurunun üzerine asardı…
Temmuz başında tekrar köye döndüğümüzde foseptik çukurunun tertemiz ve bomboş olduğunu görürdük…
Bir gün anneme sordum :
“Anne, biz neden bunu yapıyoruz ?”
O da izah etti :
” Burada asılı olan ciğere, bir müddet sonra kurtçuklar üşüşür. O kurtçuklar ciğeri yer ve çoğalırlar. Onlar çoğaldıkça ciğer azalır.
Bir gün kurtçuklar ciğeri tamamen yer bitirirler ve aşağıya düşerler. Bu sefer oradaki pislikleri yemeğe başlarlar…
Kurtçuklar yine çoğalmaya başlarlar; bu defa da oradaki pislikler azalır, gün gelir, o çukurdaki pislikleri de yer bitirirler…
Aç kalan kurtçuklar, en sonunda birbirlerini yemeğe başlarlar… Nihayet, onlar da biter ve kuyu tertemiz olur yavrum…”
Menfaat grupları arasında son yaşanan çıkar çatışmalarını gördükçe, aklıma, o evin lağım çukurunun tepesine asılan ciğer geldi…
Üzülerek söylüyorum. ama, vaziyetin aynen böyle olduğu kanısına vardım… ”
Yıllar evvel bir ciğere saldırdılar…
Saldırdıkça da çoğaldılar.
Şimdi Ciğer bitti,
ve lağım çukuruna düştüler…
O kadar açtılar ki, oradaki pislikleri de yediler…
Doymadılar…
Şimdi birbirlerini yiyorlar…
Yakında tertemiz olacak her yer..

Iğdır Kervansarayı

Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir.

Iğdır ilinden on beş kilometre mesafede Harmandöven Köyü yakınında yol üzerinde yer alan Kervansaray Batum, Ani ve Doğu Beyazıt kervan yolu üzerinde bugünkü Harmandöven Köyü dışında yapılan Iğdır Kervansarayı 13.yüz Yılsonlarında Anadolu Selçuklu devletinin yaptırmış bulunduğu son abidevi eserlerden biridir. Selçuklular döneminde Anadolu da çokça yaptırılan açık avlulu ve kapalı hol sistemi planı çerçevesinde kale görünümündeki bu büyük kolsal yapılar, özellikle sultan ve vezirlerin talimatları ile önemli yol güzergâhları üzerine inşa edilmişlerdir. Iğdır Kervansarayı ise tali bir yol üzerinde inşa edilmiş plan olarak diğerlerinden avlusu olması ile ayrılmıştır.13 y.y.sonunda yapılan Kervansaray Elazığ Çemişgezek yakınında aynı yüz yılsonlarında kaldığı tahmin edilen İbrahim Şah hanının planına benzemektedir. Avlusu kapalı hol sistemi planı ile yapılmıştır.

KAM (ŞAMAN)

Gök Tanrı inancının en önemli aktörleridir Kam’lar.Kam,Şaman kelimesinin Türkçe karşılığıdır.Şaman kelimesininse her ne kadar Mançu-Tunguzlar tarafından kullanılmış olsa da Sanskritçe kökenli olduğu düşünülmektedir.Moğollar ise Bö demektedirler.
Kamlar bu inancın merkezinde yer alırlar.O yüzdendir ki bir çok uzman,bilim insanı bu inancı Şamanizm olarak nitelemişlerdir.
Kamlar şifacıdırlar.Diğer dünyalara yolculuk yapma yetisine sahiptirler.İnsanlar ile tanrılar ve ruhlar arasında iletişimi sağlarlar.
Kamlık eğitimle elde edilecek bir yetenek değildir.Kamlık Tengri vergisidir.Genellikle ırsidir.Kam olacak çocuk,ergenlik çağında hastalığı andıran bir nöbet ile bu yeteneğin kendisine bahşedildiğini fark eder.Titrer,kasılır,ağzından köpükler çıkardığı görülür.
Kendilerine bu yeteneğin bahşedildiği zaman bu histeri benzer krizleri ilerleyen dönemlerde,yönettikleri ayinler sırasında tekrar yaşarlar.
Çocuğa bu yetenek bahşedildikten sonra çocuk bir kamın yanına verilir ve o kam çocuğa kamlık eğitimi verir.Bu eğitimde ruhsal yolculuk,defin merasimi,kurban ritüeli gibi kamın yapması gerekenler öğretilir.
İlerleyen zamanda kendisini eğiten kam öldükten sonra genç kam ustasının bakırdan bir tasvirini yapıp elbisesinde taşır.Bu ustasının ayinlerine şahitlik etmesi amacını taşıdığı gibi zorlandığı yerde ona yardım edeceğine olan inancından kaynaklıdır.
Kadın kamlar erkek kamlar kadar yaygın değildir.Erkek kamların olmadığı yerde kadın kamlara başvurur.Kadın kamlar Moğolcadan gelen Udagan adıyla anılırlar.Ülgen’e yapılacak ayinleri kadın kamlar yönetmezler.
İlk kam hakkında çeşitli iddialar vardır.Kartal ile kadından doğduğu iddiası bunlardan biridir.Daha yaygın kabule göreyse ilk kama bilgiler,bizzat Erlik tarafından verilmiştir.Yeni kamlar Erlik’ten izin almadan görevlerini yapmaya muktedir olamazlardı.
Güçlü bir kamın ölmüş kamların ulu ruhlarından oluşan on kadar yardımcısı vardır.Henüz kamlık yapmaya başlayan bir kamın yardımcısı bir veya ikidir.Bu ulu ruhlar hem tanrılarla, Erlik’le aracılık eder,hem de kimi olayların sırlarını kama bildirirlerdi.
Bu ruhları(körmös)ululamak adına kamın elbisesi üzerinde taşıdığı ya da evin bir yerinde asılı duran(çaluu)tasvirine arak(içki) serperdi.Bu şekilde körmöslerin gönlünü alır,kendisine yardım etmelerini sağlardı.
Kimi kamlar ayin sırasında derin bir nefes alarak bu körmöslerden birinin bedenine girmesini sağlar.Kamın sesi değişir.Eğer bedene giren körmös bir hayvanın kılığındaysa kam o hayvanın sesini çıkarmaya başlar.Bu hayvanda genellikle doğan,kartal gibi kuşlar olur.
Kamlar görenleri hayrete düşüren hadiselere de imza atmışlardır.Bunlar ateşte çıplak ayakla yürümek,kor halindeki demiri yutmak,kaynar haldeki suyu tek hamleyle soğutmak.
Yakutlar kam ile birlikte ruhun eşi bir hayvanın dünyaya geldiğine inanırdı.Bu hayvan (İye Kul) kartal,geyik,ayı,kuğu ya da kurt olabilirdi.İye Kul kama 3 kez görünürdü.Kamlığa başladığında,ömrünün yarısında ve öleceğinde.İye Kul öldükten hemen sonra kam da ölür.
Gök Tanrı ise kama aletlerini yapması için hayat ağacını kullanması iznini verdi.Bu mite dayanarak her kamın bir ağacı oldu,o ağaçtan kam aletlerini yaptı.Bu ağaca zarar vermek isteyen kimse bunu başaramaz.Ağaç ancak kam öldükten sonra ,kuruyunca kesilebilir.
Kama özel giysi ve aletler vardır.Bunların başında kam davulu gelir.Genellikle kayın ağacından yapılan davullar kamın olmazsa olmazıdır.Derisi genellikle at derisinden gerilir.Deri üzerine gök,yer ve yeraltı dünyalarının tasviri çizili olur.
Kam davulunun tutacağında kuş,ya da insan tasvirleri oyulur.Davula kutsiyet atfedilir,taşınırken,saklanırken özen gösterilir.
Davul kamın transa geçmesini sağladığı için,ruhsal yolculuğunda kama bineklik de eder.
Davulun ritmi kimi zaman ulu ruhları çağırma,kimi zaman kötü ruhları kovma işlevi görür.Taze ölünün evinde çalınma sebebi de ölünün huysuzluk edip,ait olduğu yere gitmeyip eve dönmesidir.Ruhu davul ve tokmak arasına hapsedip ait olduğu yere gönderir.

Kam elbisesindeki detayın da mitolojik bir anlamı vardır.Taktığı ziller,baykuş tüylerinden kanatları kötü ruhlarla mücadelede yardımcı olur.Arkasında asılı 9 bebek Ülgen’in kızlarını temsil eder.Sırtında ise yer altı denizinin dev yılanları Yutpa ve Abra bulunur.

Gönüllü Kulluk

Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalarlar.Yumurtayı kümese getirdiklerinde, diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşünürler.
Zaman geçer, yumurtayı getirenler de unuturlar, onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğuna inanırlar.
Günün birinde kuluçkaya yatan bir tavuğun altındaki o yumurta kırılır. İçinden simsiyah kanatlı, ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıkar.
Herkes şaşkın, mutludur; böylesini ilk defa görmüşlerdir.
Anne tavuk, yavrusuna dersler vermeye başlar: “Bak yavrum, yerden bulduğun böceği şöyle ye! Arpayı buğdayı böyle ye!.” Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretir yavrusuna; tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da..
Büyük yumurtadan çıkan ilginç gagalı yavru tavuk, annesinin her söylediğini yapmakta, büyüdükçe de güzelleşmektedir. Oldukça uzun kanatları vardır. Diğer tavuklar onun kanatlarına kıskançlıkla bakmaktadır.
Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken yavrunun gözü, gökyüzünde çoook yukarılarda süzülerek ihtişamla uçan başka bir canlıya ilişir. “Anne bu ne?” diye sorar.
Anne tavuk;
“Ha o mu? O kartal yavrum, kuşların padişahı.”
“Ne de güzel uçuyor!..” deyip iç geçirir yavru tavuk.
“Evet yavrum. Ama sen sakın ona özenme! Asla onun gibi olamazsın. Senden önce baban, deden, amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı. Sen bir tavuksun ve bir tavuk gibi yaşamalısın.”
O günden sonra küçük tavuk, ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çeker ve her defasında, “Keşke ben de bir kartal olup uçabilseydim.” diye hayıflanır.

Ve bir gün siyah uzun kanatlı büyük tavuk, ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gider. Onu bir tavuk gibi defnederler. Oysa ölen bir kartaldır.

Etienne de La Boétie “Gönüllü Kulluk” kitabında der ki:
“Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”
Yanlışı alkışlıyorsan fikrin yoktur.
Eğri ile doğruyu ayıramıyorsan aklın yoktur. Yalana sahip çıkıyorsan ahlakın yoktur.
Akıl,ve ahlakını,kiraya verdiysen,
sen zaten yaşamıyorsun.