SUYUN BAŞTAN YARADILIŞI

Elektron mikroskobu görüntüleri

İlk başta pek bir anlam ifade etmeyecek gibi görünen bu video, belki de devrim niteliğinde bir buluşun ilk denemesi olabilir.

Hepimizin bildiği gibi su, iki Hidrojen ve bir Oksijen atomundan oluşuyor. Şu günlerde su kıtlığı hakkında çokça konuşulurken, insanlar neden Hidrojen ve Oksijen atomlarını birleştirip yeni su üretemiyor? Aslında bu işin kimyası o kadar basit değil.

Ama “basitçe” anlatmak gerekirse, doğada serbest bulunan H2 ve O2 moleküllerini önce H ve O atomlarına ayırmak gerekiyor. Sonra bu atomların H-O-H şeklinde bir araya gelmesi lazım. Bu kısım biraz zor çünkü biri yakıcı, diğeri ise yanıcı gaz. Bu iki atomu patlama olmadan, “söndürücü” su formuna getirmek düşündüğünüz kadar kolay değil.

Ama Northwestern Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, bunu Paladyum kullanarak atomik ölçekte başardılar ve elektron mikroskobu görüntülerini de paylaştılar. Yine “basitçe” söylemek gerekirse, Hidrojen atomları Paladyumun içine hapsoluyor. Ardından oksijen eklendiğinde, paladyum yüzeyinde su üretmek için geri çıkıyorlar. Ve bu süreçte herhangi bir patlama olmadan su meydana geliyor!

Sabahın Bir Sahibi Var

Yıl 1912.
Van’da doğdu.
Adı Mehmet’ti.
Mehmet Ruhi Su.
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti.
Onları hiç tanımadı.
Neden kaybettiğini hiç bilmedi.
Kimsesiz kalmıştı.
Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası.
Ne amcası, ne dayısı.
“İtten aç, yılandan çıplaktı.”
Ailesi artık Anadolu insanıydı.
“Hangi taşı kaldırsam
anam babam..
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim” derdi.

Neden kimsesizdi? Neden tek bir yakını yoktu? Yıllar sonra Yalçın Küçük Ruhi Su’nun Ermeni yetim olabileceğini yazdı. Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, “Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti. Kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim” diye yanıtlardı. Ruhi Su’yu Adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler. 1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi. Bunlar amcan ve yengen dediler. Onları öyle bildi. Adana’nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su’yu terk etti. Bunun üzerine Öksüzler Yurdu’na verildi. Müziğe meraklıydı. Yurtta bağlama, keman çalardı. Çok başarılıydı. Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okulu’na, ardından Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’ne girmeyi başardı.

Yıl 1942. Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi. Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı. Devlet Operasında çalıştı.

Yıl 1951 Devlet, türkülerinden rahatsız oldu. Komünist diye içeri attılar. Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü. Tabutluğa kondu. Beş yıl hapis yattı. Ama yılmadı. “Mahsus mahal derler kaldım zindanda Kalırım kalırım dostlar yandadır. Dirliğim düzenim dermanım canım Solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.

Yıl 1957 Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu. İşi kısa sürdü. Kovdular. Kovulma nedeni şu türküydü. “Serdari halimiz böyle n’olacak.. Kısa çöp uzundan hakkın alacak.. Mamurlar yıkılıp viran olacak.. Akıbet dağılır elimiz bizim.” Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı. Düşmanı da çoğaldı. Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..

Uzun süre işsiz kaldı.. 27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi. “Bir gece kulübünde bugün Kırk bin, elli bin liradır Bir Zeki Müren dinletisi Ve elbette güzeldir canım Emeğin değerlendirilmesi Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi.”

Yıl 1962 Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti.. Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu. İsyan etti. Emeği sömürülmüştü. Mahkemeye gitti Kazandı. Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı. Yılmadı. Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi. Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı.

Yıl 1969 Kanlı Pazar. 16 Şubat’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı. “Bu Meydan Kanlı Meydan Ok Fırladı Çıktı Yaydan Kalkın Ayağa, Kalkın Biz Şehirden, Siz Köyden.” Halkı isyana teşvikten yargılandı. Yılmadı.

Ruhi Su – Bu Meydan Kanlı Meydan

Yıl 1975 Dostlar Korosunu kurdu. Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi. Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı.. Başta Pir Sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi. “Benim kabem insandır Kuran da kurtaran da İnsanoğlu insandır.” dedi. Dinsizlikle suçlandı. Yılmadı.

Ruhi Su – Benim Kabem İnsandır (Tevhit)

Yıl 1977 1 Mayıs katliamına haykırdı. “Şişli Meydanında üç kız Biri Çiğdem biri Nergis Vuruldular güpegündüz Sorarlar bir gün sorarlar.” Kahramanlık türküleri çaldı. Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı. Ankara’nın taşına bak, Kuvai Milli destanı. Ezilen Anadolu halkının sesi oldu.

Sabahın bir Sahibi Var – Sorarlar Bir gün Sorarlar

RUHİ SU – Şişli Meydanında Üç Kız

Şişli Meydanı’nda üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Bin dokuz yüz yetmiş yedi
Unutulmaz yılın adı
Bir Mayıs bayramı idi
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar

Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Beş yüz bin emekçi vardık
Taksim Meydanı’na girdik
Öyle bir İstanbul gördük
Sorarlar bir gün, sorarlar

Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar

Al gözlerim seyir eyle
Birin bırak, birin söyle
Bu yeryüzü ilk kez böyle
Bir İstanbul görüyordu
Kucaklayıp sarıyordu.

El Kapıları (o dönem Almanya’ya gönderilen Türk işçileri için yazılmış)


“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı.”

Yıl 1980
Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu. Ruhi Su kemik kanserine yakalandı. Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu. Pasaport vermediler.. Askerler yurtdışına çıkmasını engellediler. “Ölsün” dediler. 1985 yılında öldü.
“Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden.”
Geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı.

Cenaze töreni 12 Eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü. Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen on binler Şişli Camisi’ne aktı. Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi. Cenazesi Şişli’den Zincirlikuyu’ya giderken, on binler haykırdı. “Ruhi Su’lar ölmez” Ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı. Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı. Devlet memuru olanlar işinden atıldı.

Yıl 1990
Zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı. Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı. Başarılı olamayınca kurşunladılar. Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı. Dosya kapatıldı.

Yıl 2010
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray’a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi televizyon programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk ediyordu…….
İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konulduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hülya Avşar, “Ona da buradan selam yollayalım” dedi.
Karaca’nın “Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, “Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu.

Yıl 2023 20 Eylül.
Ruhi Su’nun ölümünün 38’nci yıldönümü.
Nazım Hikmet der ki;
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”


Ruhi Su’nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır.. Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir.. Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu’nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır.. Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır.. Dicledir, Fırattır, Çoruhtur..Anadolu’nun her yerinde gürül gürül akmaktadır…
Çünkü Ruhi Su, çeliktir.
Ve çelik aldığı suyu unutmaz.
Birgün mutlak hesap sorar.”

A.Natali Avazyan’nın Twitter sayfasından alıntıdır

Lilith

İbrahim-i dinlerin Adem ile Havva benzeri bir yaradılış hikayesi de şöyledir: Yahudiliğin mistik anlatımlarında Lilith isminde bir kadın vardır.

Lilith Adem gibi topraktan yaratılmış ve bu sebepten Adem’le kendini eşit görmüştür, cinsel ilişki esnasında Adem’in altında yatmayı reddedip onunla kavga eder, Tanrı bu kavgada Adem’den taraf olur, bunun üzerine Tanrıya kızan Lilith, Tanrının ağza alınmayacak ismini söyler ve cennetten ayrılır.

Daha sonrasında insanlara musallat olur ve dişi bir şeytana dönüşür. Adem’in ilk karısı olan Lilith, kötülüğün ve isyanın simgesi haline gelir.

Sami dinlerin kadınlara bakış açısının temeli bu kadındır.

SÜMERLER

Sümerler günümüzden 7-8 bin yıl önce Mezopotamya’ya yerleşerek yüksek bir uygarlık kurmuşlardı. Sümerler kurdukları uygarlıkta rahat ve rehavet içinde yaşarken, yıkılışından 100-150 yıl kadar önce yani günümüzden 4500 yıl önce Arabistan içlerinden Akad diye adlandırdıkları kavmin insanları Sümer kentlerinde çalışmak için akın akın gelmeye başlıyorlar.

Bir kısım Sümerler bunlara karşı çıksa da diğerleri ucuz ve kolay işçilik ve köle gözüyle baktıklarından göz yumuyorlar.

150 yıl içinde işler değişiyor. Akadlar kentleri yakıp yıkıyor, Sümerleri öldürüyor ve sonra iktidarı ele geçiriyorlar.

Sümerlerin son günlerinde bir bilge kil tablete şöyle yazıyor :

“FARK EDEMEDİK GEÇ KALDIK. AMAN TANRIM BU VAHŞİLER HEPİMİZİ YOK EDECEK. TANRIM BİZİ AFFET. BİZDEN SONRA GELENLER BUNLARI OKURSA BELKİ DERS ALIR.”

“GEÇMİŞİNİ BİLMEYENİ, GELECEK TOPA TUTAR !”

Ve Sümer devleti yıkılır, Akadlar Sümer uygarlığının üstüne oturur.

Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ

https://x.com/Zzkocan/status/1697510085663096887?s=20

SARGON

“Ben Agade’nin Kralı Büyük Sargon!”
“Annem Yüksek Bir Rahibe idi.
Babamı Bilmiyorum.
Yüksek Rahibe Annem Beni Gizlice Doğurdu.
Beni Bir Kamış Sepete Koydu. Onu Ziftle Kapladı.
Beni Nehre Bıraktı. Dışarı Çıkamayacaktım.
Nehir Beni Sürükleyerek Su Çekici Akki’ye götürdü.
Akki Beni Sudan Çıkardı. Kendi Oğlu Gibi Büyüttü Beni.”
(M.Ö 2334- 2279)

“Ben Agade’nin Kralı Büyük Sargon!”

Sargon’un annesi yüksek rahibe idi. Kralın sarayında görev yapmakta idi. Bir gece rahipler tarafından tecavüze uğradı. Bir çok rahip Sargon’un annesine tecavüz etmişti. Anne kimseye bunu söylemedi çünkü, kimseyi inandıramazdı. Bunu bir sır olarak sakladı. Kral Urzababa’nın sarayında 9 ay sonra anne, Sargon’u gizlice doğurdu. Kimselere göstermeden zift ile kapladığı sepete koyup Dicle’nin sularına bıraktı. Sepet zift ile kaplı olduğu için, su çekmeden kuytu bir yerde sabit durdu.

Dicle nehrinde çamaşır yıkayan ve çocuğu olmayan bir kadın tarafından bulundu. Bu kadın aynı zamanda saray cariyelerinden biriydi. Çocuk saraya tekrar dönmüş oldu. Anne yine oğluna kavuşmuş ve onu gizlice emzirmişti. Bu sırrını sadece bakıcı anne biliyordu. Sargon sarayda, saray adetlerini, sarayın siyasi, askeri ve diğer öğretilerini almıştı. Hem askeri bir deha hem de inanılmaz bir insan gücüne sahipti. Kral Urzababa savaşa giderken sarayı ona emanet ederdi. Büyümüş yetişkin bir erkek olmuştu. Annesi ona yıllardır saklamış olduğu sırrı söyledi. Sargon bu olay karşısında müthiş bir öfke duymuştu. Bu öfke Sargon’da müthiş bir intikam hırsına dönmüştü. Kraldan habersiz kendi ordusunu kurmaya başlamıştı. Kral Urzababa savaşa gitmişti. Fakat Sargon ve adamları bu savaşa katılmadı. Kral bu savaşta yenildi.

Sargon ise sarayda bütün rahipleri öldürmüş, sarayı ele geçirmişti. Sargon M.Ö 2350 yılında kralı da öldürerek Akad’ın Kralı olmuştu. Tarihte yeni bir sayfa açılmış ve Büyük Sargon veya I. Sargon dönemi başlamış oluyordu. Bu doğum efsanesi Otto Rank’ın 1909 yılındaki tespitine göre antik dünya literatüründeki Musa, Karna ve Oedipus’un doğumlarıyla da benzerlik gösterir. Hikaye Neo-Asur dönemine ait bir kil tablette geçmektedir. Tablet, Asur Kralı Asurbanipal’in kişisel kütüphanesinde bulunmuştur.

Kaynak; (tarihten_notlar_ ) https://x.com/Zzkocan/status/1703132789422318051?s=20

Bir Aşk Hikayesi

Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan bir delikanlıydı. Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi, ve Londra’da bir partide gördü, o güzeller güzeli İngiliz kıza vuruldu, âşık oldu.

Hyde Park’ta ata bindiğini öğrenince ertesi sabah soluğu orada aldı. Tanıştılar, yemek yediler, gözlerini birbirlerinden alamadılar.

Fakat kötü bir şey vardı. Ahmet Naci Bey tahsilini tamamlamış, yurda dönmesi gerekmekteydi. Kalsa olmaz, bıraksa hiç olmaz. Pat diye; “Benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin?” dedi. Olga Cynthia sevindi ama, boynu büküktü.

‘Jack var’ dedi. Jack, oğluydu. Delikanlı dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi ve Orient Express. Ver elini İstanbul.

Bismillah nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi ailesi. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide ismini aldı.

Hariciye ’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Fakat kanun çıktı hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz. Delikanlı mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.

Başka işler yaparak evini geçindirmeye çalıştı. Fakat başarılı olamadı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler, sonra gülüşler ve ardından köşk.

Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları oldu. Saracak bez bulamadılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama kahrından alkole dadanmıştı.

Bir gün İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, dediler Nadide’ye. Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi.

Ahmet Naci Bey, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreden vefat etti. Evlatları kim miydi?

Biri Yıldız Kenter diğeri ise Müşfik Kenter, bugün Müşfik Kenter’in aramızdan ayrılışın 11.yılı, Müşfik Kenter içimizde bir Alf sesi ya da bir resme aşık Halil ama bir yandan da aşkları uğruna her şeyi göze alan bir ailenin çocuğu ve yokluklar içinde küllerinden doğan bir tiyatrocu, saygı ve rahmetle…
@unutulmaz.kareler ‘den alıntıdır.

DELİCE ZEYTİNİ

1951-1952 yıllarında İspanya Hükümeti, Türkiye’den çok yüksek miktarda odun kömürü satın almak istiyordu. O güne kadar İspanya’ya yapılan ihracat kalemleri arasında yer almayan bu talebin bir de özel şartı vardı:

Kömürler İskenderun’dan Saroz Körfezi’ne kadar Akdeniz ve Ege sahillerinde doğada kendiliğinden yetişen *”delice zeytini”* ağacından elde edilmesi isteniyordu. ! Bu istek dönemin Hükumeti tarafından yüksek getirisinden dolayı sevinçle karşılanıyor, ülkemizde bol miktarda bulunan delice zeytin ağacından elde edilen odun kömürü ihraç edilmeye başlanıyordu. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre, limanların üzeri gemilere odun kömürü yüklemeleri sebebiyle kara bir bulut ile kaplanıyor göz gözü görmüyordu! O yıllarda Ankara’da görev yapan ABD Ticaret Ataşesi, dönemin Dış işleri Bakanı’na ihraç edilen kömürün İspanya tarafından nasıl değerlendirildiği ya da nerelerde kullanıldığını araştırıp araştırmadıklarını soruyor. Aldığı cevap, getirisinin önemli olduğu, nerede kullanıldığının Türkiye’yi ilgilendirmediği şeklinde oluyor. Bunun üzerine ataşe konuyu kendisi araştırıyor ve bu kömürlerin otoyollarda dolgu malzemesi olarak kullanıldığı bilgisine ulaşıyor. Bununla yetinmeyip ABD’de tanıdığı mühendislerden bilgi alıyor ve otoyolda kömür dolgunun bir yararı olup, olmadığını öğreniyor. Öğrendiklerini Bakan’a iletiyor, Bakan, Türkiye’nin rahatsız olmadığını, gelirden dolayı memnun olduklarını söylüyor ve konu böylece kapanıyor… Anlaşılan o ki *Delice ağacının zeytin aşılamak için en uygun ağaç olduğunu bilen İspanyollar, Türkiye’ye oyun oynamışlardı.

 Sonuç olarak İspanya dünyanın en büyük zeytinyağı ihracatçısıdır ve ne tesadüf ki aynı yıllarda Türkiye margarinle tanışmıştır…

NOT; Aşılanmamış zeytin ağacına “delice” denir. Marshall yardımlarıyla Ege ve Akdeniz bölgemizdeki milyonlarca zeytin ağacımız kökünden sökülerek gemilerle Avrupa’ya götürüldü. ABD bize bu ağaçların yerine milyonlarca kavak ve çam(çıra) fidanı verdi. Kavak ağacı memlekette alerjik hastalıklar başlattı. Çam ağacı ise bildiğimiz yağlı çıra idi. Dağlarımıza ovalarımıza her yere diktik. Oksijenden başka hiç bir işe yaramayan bu ağaç, ülkemizin dağına bayırına dikilen saatli bomba oldular. Bu ağaçlar yandığı zaman kozalakları patlayarak yanar halde 200 metre uzağa fırlamakta oradaki çam ağaçlarını da tutuşturmaktadır.

SIRADIŞI BİLGİLER TWITTER SAYFASINDAN ALINTIDIR.

Filleri Evcilleştirme

Hindistan’da filleri evcilleştirmek için ilginç bir yöntem kullanılırmış;
Orman zeminine, filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. Yavru fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. Fil, çukurdan çıkmaya çabalar ama başaramaz, takatsiz kalır, kurtulma ümidi kaybolur, hayatına dair müthiş bir korkuya kapılır, çaresizce bir mucize kurtuluş yolu veya ecelini beklemeye başlar.
Fil avcıları yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili şiddetli bir şekilde döver, yara bere içinde bırakırlar. Hayvan, yediği sopaların ve yaralarının verdiği acıdan ve çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı korkudan dolayı, hayatında görmediği bir bunalım ve ruhi çöküntü yaşar, birkaç saat içinde…
Sonra aynı avcılar, ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki, siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle ve ellerinde çeşit çeşit yiyecek ve meyve sepetleriyle geri gelirler. File şefkatle yaklaşır, onu besler, yaralarına pansuman yapar, okşayıp sever, güzel sözler söyler ve onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. Fil bu, beyaz giysili kurtarıcıların kendisine gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren ömür boyu onların gönüllü kölesi olur, her istediklerini yapar ve asla sözlerinden çıkmaz.
Onların kendisini az önce tuzağa düşüren, bunalıma sürükleyen ve döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez..

TENGRI BIZ MENEN!…

Araplar Puta taparken, Türkler Araplardan bin yıl önce Tanrı’yı biliyordu!

Ne kadar sade ve kalpten bir dua. Arapların putlara, Perslerin ateşe taptıkları dönemden 800 sene önce, bir ve tek olan Tanrı’ya inanan Türk Hun Hükümdarları şu duayı okurlardı:

“Ulu Tanrı. Her şeyi yaratan Tanrı. Yenilmez, yıkılmaz, ölmez, bitmez, yitmez, yok olmaz Tanrı. Suyu donduran, buzu eriten, buzdan su yürüten, sudan ırmak coşturan, ırmaktan göl dolduran, gölde balık gezdiren Tanrı. Kuru derelere pınar koşturan, ota ağaca can yürüten, ottan ağaçtan çiçek çıkartan, çiçeklerden oğul veren, arıya bal yaptıran Tanrı. Günümüzü aydınlatan, gecemizi yıldızlarla süsleyen Tanrı. Bize yeni bir yıl veren Tanrı. Bu yıl bize bol ver, bolluk ver! Otumuz otlağımız bol ver. Kulunlarımız kuzularımız bol ver. Yapağımız yünümüz, yağımız sütümüz, peynirimiz, kımızımız bol ver. Yağmurumuz suyumuz, Avlağımız avımız bol ver. Urısı, kızı oğulumuz bol ver. Anamızı balamızı, oğulumuzu kızımızı, gencimizi yaşlımızı, bu Kara Yer üzerinde hepimizi kara çorlardan sakla, işizlikten bizi esirge Yüce Tanrı. Yayımız yaman, okumuz şaşmaz, kılıcımız keskin kıl. Yağının başını munsuz, bileklerimizi güçsüz, yüreklerimizi umutsuz koma. Bahar geçsin yaz gelsin, yaz geçip güz gelsin, güz buduna yeğni gelsin. Kuzumuz, kulunumuz, oğulumuz çok olsun. TÜRK çoğalsın Acun üzre bey olsun. Aç, çıplak kalmasın, acun düzen dirlik bulsun. Yer ve gök ülüşü için, atalarımız tini için sunduğumuz iduklarımızı una. Yüce Tanrı. TÜRK Budun ilsiz kılma, TÜRK Budun başsız kılma, TÜRK Budun töresiz kılma, Hun Budun yüzün yere vurma, TÜRK Budun tutsak kılma, hatun olacak kızlarımızı kun, bey olacak oğullarımızı kul kılma. TÜRK budununu koru.”.. Sonraki zamanlarda Türklerin GökTengri’yi bırakıp (kılıç zoruyla) arap tanrısına tapması, Türklerin araplaşmasına, kadınların aşağılanmasina, kendi öz benliklerinden kopmasına, ve yavaş yavaş yok olmasına yol açtı…

Tengri Biz Menen Sözü Nereden Gelmektedir? 

Tanrı bizimledir anlamına gelen Tengri Biz Menen, kadim yazıtlarda ve kitabelerde yer almaktadır. Eski Türk Beylikleri ve devletleri tarafından slogan haline getirilen bu deyiş, savaşlardan ve ibadetlerden önce hep birlikte söylenirdi.

Kaynak : Ronald Cohn Jesse Russell, Tengriism, bookwika, VSD (1 ocak 2012)

UZAKTAN GELEN TWİTTER HESABINDAN ALINTIDIR

Makhunik Antik Cüceler Kenti

İran’da Horasan eyaletinin güneyinde cücelerin yaşadığı ismi Makhunik olan 5 bin yıllık antik bir şehir bulunuyor. Bu antik kentte kentin adı Makhunik. Antik cüceler kenti deniyor.

Makhunik Kenti

1946’ya kadar herhangi bir uygarlığın yaşamadığı düşünülen Lut Çölü’nün merkezine 60 kilometre uzaklıktaki bir bölgede Tahran Üniversitesi Coğrafya Fakültesi tarafından keşfedildi…

Makhunik antik kentinin Sümer mitolojisinde geçen iki mistik krallıktan biri olan Uruk krallığının Aratta medeniyetine ait bir şehri olduğu ve cüce insanların burada M.Ö. 6000 yılından beri yaşadığı düşünülüyor.


Yani mumyalar 5000 yıllık ise en az 3000 yıl yaşamış oldukları kesinlik kazanmış durumda.
Şehirde keşfedilen küçük boyutlu yapılar da bunu kanıtlıyor…

Bulunan Mumyalardan Biri
Küçük Makhunik Evleri

Makhunik şehrinde bulunan yapılar arasında atölyeler, konut bölgeleri ve mezarlıklar da var. 800’den fazla antik mezar da kazı aşamaları sırasında ortaya çıkarıldı. Bu yapıların hepsi ve diğer araç gereçler yalnızca küçük insanların içerisine sığabileceği şekilde tasarlanmış. Bölgede yapılan çalışmalarda kuyumcular, esnaflar ve çiftçilerin yaşadığı bazı alt bölgeler de keşfedilmiş…

Mumya üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda, cücenin öldüğünde 16-17 yaşlarında olduğu tespit edilmiş.
Şimdi benim aklıma türlü türlü hikayeler sorular geliyor.
Bu cüceler binlerce yıl yaşadı da sonra neden yok oldular nesilleri neden bitti.?
Diğer insanlar tarafından yani bizlerce soy kırıma uğramış olabilirler mi?

Facebook – İran Arkeoloji Mitoloji Kültür Grubundan alıntı.