Barbar ve savaşçı bir kavim olarak tanımlanan Yecüc-Mecüc, tıpkı Deccal gibi sadece Hıristiyanlık ve Yahudiliğe özgü bir kavram değildir. Yecüc-Mecüc de tıpkı Deccal tiplemesi gibi, dünyanın pek çok dininin ortak dinsel motiflerindendir. Dolayısıyla hem Deccal ve hem de Yecüc-Mecüc, ilk defa Yeni Ahit’in ortaya attığı kavramlar olmadığı gibi, örneğin Müslüman gelenekte de ifadesini bulan Yecüc-Mecüc’ü salt Hıristiyan geleneği ile açıklamak da mümkün değildir. Bu kavramların tarihi çok eskilere gitmektedir. Kayıtlarda bu terimin Anadolu’da MÖ. 7. asırda yaşayan Lidya Kralı Gyges’e izafe edildiği, bazen Lidya Krallığı’nın Mecüc ülkesi olarak nitelendirildiği zikredilir…
Nûh Peygamber’in oğlu Yafes, babası Nûh Peygamberi çıplak vaziyette uyur bir hâlde görmüştür. Bu hâlde görmesine rağmen üstünü örtmediği için Nûh Peygamber’in bedduasını almıştır. Hz. Nûh’un bu bedduası nedeniyle Yafes’in soyundan olumsuz özelliklerle tasvîr edilen Ye’cüc ve Me’cüc kavmi türemiştir. (Özdemir 1986: 156-157)

“Daha önce Moğol adı verilen bu boyların, aşağı yukarı 2.000 sene önce, Türk boyları ile araları açılmış ve birbirlerine düşman olmuşlardı. Bu düşmanlık o kadar büyümüş ve inada dökülmüştü ki, birbirlerini ortadan kaldırmak için durmadan savaş ediyorlardı… Türk boyları, Moğollara karşı galip gelmişler ve onları öldürmüşlerdi.
Bu mağlup edilen boylardan, iki kadınla, iki erkekten başka bir kimse kalmamıştı. Bu iki ev halkı da (Türkler) gelir de bizi öldürür diye, sarp ve kayalık bir yere kaçıp, saklanmışlardı. Bu saklandıkları yerin etrafı, hep dağlar ve ormanlar ile örtülü imiş. Dimdik dağlarla çevrili olan bu yerin, girilip çıkılacak bir geçidinden başka bir yeri de yokmuş. Bu geçitten bile bin bir güçlük ve zorlukla girilip çıkılırmış. Dağların orta yeri ise, dümdüz ve çayırlık bir ova imiş. Bu ovanın adına da Ergenekon derlermiş.”
“Düşmanın kılıcından kurtularak sağ kalan bu iki kişinin adı
Negüz ve Kıyan idi. Onlar senelerce o güzel ova içinde yaşadılar ve yavaş yavaş soyları da çoğalmaya başladı. Birbirleriyle evlenmek yolu ile gittikçe çoğaldılar… artık bu dağ ve ormanlıklar içinde yaşayamaz hale gelmişlerdi. Dağlar arasındaki tek geçitten geçmek de yine çok zor idi. Hepsi bir araya gelip, bu dar geçitten nasıl geçeceklerini düşündüler ve kurtuluş için bir yol aradılar. Hemen bu geçitte bir demir madeni vardı. Bu madeni işletir ve onları eriterek, daima demir çıkarırlardı. Başka bir yol bulamayınca, bu demir kapıyı eritip oradan çıkmağa karar verdiler. Hepsi bir araya gelip, ormandan odunlar topladılar ve eşeklerle, yük yük kömürler getirdiler. Ayrıca da körükler yaptılar… En sonunda, ateşler yandı, körükler işledi ve geçit te eriyip parçalandı. Bu sırada pek çok da demir elde edilmişti. Tabii olarak yol da açılınca, içeride hapsolan halkın hepsi, dışarıya kolaylıkla çıkabildiler. Bu suretle bozkırlara yayılıp, her biri bir yerde yerleştiler.”
